23 Ağustos 2017 Çarşamba

Tepedeki Bar-3. Kısım

(1890’lar…)
            Köşkten yükselen çığlık sesi Bekir’in kulaklarından silinmemişken akabinde paşanın gürüldemesini işitti: “Kaçman nafiledir!” Kısa bir sessizlik. Ardından yeniden insanın yüreğini titreten o canhıraş çığlık. Korkunun tesiriyle ayaklarının dermanı kesilen Bekir, çığlık ve bağırtıların tesiriyle bir an duraksadı. Ardı sıra bekleyen Peymanzer’le göz göze geldi. Peymanzer’in gözlerindeki korku kendisininkinden daha kesifti ve fark ediliyordu. Şaşkınlık yerini haklılığa bıraktı. Korkardı elbet. O köşkün içinde yaşamak insanda her türlü korku duygusunu uyandırırdı. Geceleri kaçıp kaçıp yanına gelmesi de biraz bu korkudan kaynaklanmıyor muydu? Dışarıdan bakılsa zenginliğin ve huzurun kaynağı olarak görülecek bu köşkün içini anlamaya imkân var mıydı?
            Oysa en başta öyle miydi?
            Bekir’in şehrin sokaklarında diğer işsiz güçsüz akrabaları gibi sağda solda iş bakındığı günlerdi. Dağda hayvancılıktan ve silah atmaktan gayrı bir zanaatı olmadığından hemşerilerinin ziyadece tercih edildiği bahçıvanlık, bekçilik gibi işlere bakmaktaydı. Beyoğlu’ndan ziyade Galata taraflarına çıktığı o vakitlerde, ahbaplarıyla akranı akrabalarıyla birlikte hemşerilerinden birinin işlettiği Arnavut Kıraathanesi’nde zaman geçirirdi. Orası aynı zamanda Silahşoran-ı hassa Arnavut Tahir Paşa’nın baş kabadayısı Matlı Mustafa’nın adamlarının da sıkça uğradığı bir yer olduğundan, kapulanacak birileri olduğunda muhakkak haberdar olacaklarını ümit ediyorlardı. Tüm akranları bir kapı bulup ayrıldıkları ve en son kendisinin tek kaldığı bir vakitte, Tahir Paşa ile pek yakın olduğu söylenen Muhiddin Paşa adında birinin bahçıvan aradığını duymuştu. Kısmet budur diyerek ücreti de pek hoş olunca hiç düşünmeden kabul etmiş ve dağ başında denilebilecek bir yerde bulunan bu köşke getirilmişti.
            Önce Paşa’nın köşkün bahçesinde beklemekte olan kâhyasına çıkarılmış, ardından paşaya takdim edilmişti. Kâhya köşkün hayli aşağısında bulunan müştemilatta kalacağını söyleyince içinden böylesine bir köşk yerine o türden bir mezbelelikte yaşamayı kendine yedirememişti ancak haline şükretmişti. Para pul sahibi olduktan sonra döşeği nereye serdiğinin ne önemi vardı? Geldiği yerde dağlarda ormanlarda yatmıyor muydu? Yere sermeye pösteki bulsa kaz tüyünden döşek bulmuşçasına sevinmiyor muydu?
            Köşke girdiğinde gözleri debdebe ve şaşaadan çok hizmetli kızlardan birine takılmıştı ki bu Peymanzer’di. Peymanzer de ona ürkek bakışlarla karşılık vermiş, tanımadığı bu yabancıdan çekinmişti. Köşkün bahçeye bakan geniş salonunda Muhiddin Paşa’nın huzuruna çıkıp el etek öperek temenna etmişti. Nereden geldiğini ne iş yaptığını sorunca bir eksiksiz anlatmıştı yaşadıklarını. Yalan söylemek pek tabiatında yok değildi ancak bulduğu bu yağlı kapının yüzüne örtülmesinden endişe ediyordu. Bekir’i Muhiddin Paşa’nın gözü tutmuştu zira silahşorluğu olduğunu öğrenince köşkün bahçesinde bir nevi kır bekçiliği görevini daha iyi ifa edeceğini düşünmüştü. Üstelik Tahir Paşa ile ahbap olduğundan onun emin adam göndereceğine kani olduğundan, gelen kişinin de Tahir Paşa’nın kapusundaki kimseler gibi müsellah ve sadık olduğunu öğrendiğinden gözü kapalı itimat etmişti.
            Bekir’in içinde bir aralık böylesine yağlı kapıya denk düşmenin feleğin bir cilvesi olduğu düşüncesi uyanmıştı. Koca paşa kendisinden daha iyi birini elbette bulabilirdi. Lakin bahçıvanlık kabiliyetini dahi sormadan tek bir adamı ne diye bekçi olarak almıştı. Kaldı ki koca konakta hizmetli sayısı neden bu kadar azdı, bu garip tenhalığın nedeni neydi? Ömrü pusularda baskınlarda geçtiğinden ölüm kadar sessiz mekânlarda ölümün insani beklediğine emindi. Bu köşkte de aynı bu türden ürkütücü bir kimsesizlik vardı.
            Tam paşa kendisini kabul edip göndereceği ve sorunsuz görevine başlayacağını düşündüğü esnada birden Paşa ardı sıra tembihlere başlamıştı: “Gördüğünü görme, işittiğini duyma. Burada yaşayacağın her şeyi unutacaksın. Buradan tek bir söz bile dışarıya zinhar çıkmayacak.” Bekir konuşkan biri olmadığını söyleyip zaten bir konak hizmetlisinde olması gereken hassaların bunlar olduğunu ifade edeceği esnada Paşa zihnini okumuş gibi: “Bilirim zaten susmam icap etmeyecek mi diye şaşkınsın. Elbette konağın bir ferdi olarak bu tür hususiyetlere haiz olman iktiza eder. Lakin benim sırtımda taşıdığım bir yük vardır ki onun her insana ayan olmasını istemem. Bu yükü burada gördüğün herkes taşır. Sen de bileceksin ve bu yüke ortak olacaksın!” demiş akabinde Bekir’e kendisini takip etmesini söylemişti.
            Bekir şaşkındı. Bir paşanın aile sırlarından çekince duyması gayet tabiydi zira dönem Abdülhamid devri olduğundan paşalar arası rekabet, makam ve ikbal için birbirlerine ters düşme olağan şeylerdendi. Namlı Karadağ eşkıyaları ve onlara arka çıkan prensler haricinde siyasetten zerre çakmayan Bekir, şehirde yaşamaya başlayalı beridir siyaseti, jurnalleri, hürriyet sohbetlerini, istidatı az çok biliyordu.
            Peki, paşayı böylesine bir sır koruyuculuğuna iten ve çok az insanla hayatını sürdürmesine yol açan şey neydi? Muhiddin Paşa onu köşkün alt katlarında bir odanın önüne götürdükten sonra ona dönerek: “Göreceğin şeyler için senden helallik isterim. Kimsenin buna tanık olmasını istemem lakin burada çalışacağın için bilmen lazımdır. Bu kapıyı açana dek hürsün. Eğer çıkıp gitmek istersen gidebilirsin. Lakin açtığım takdirde bu sırrın bir parçası olacak ve ebediyen buraya bağlanacaksın.”
            Bekir insandan kurşundan korkmazdı ama korkulu sözler ve itikatlar ona ateş ve çelikten daha ziyade zarar verirdi. Paşa’nın sözlerindeki korku ve gözlerindeki keder onun için yeterince tehdit ihtiva etmekteydi. Lakin parasızlık korkudan daha beterdi. Kafasını hızlı hızlı sallayınca Muhiddin Paşa odanın kapısını bir hamlede açmıştı.
            Kapı kulak tırmalayan bir gıcırtı ile açılınca, Bekir bu köşkte değil de bahçenin bir ucundaki müştemilatta kalacak olmasına şükretti. O mezbelelik gözüne bir anlığına dünyanın en güvenli ve emin yeri gibi göründü… Gördüğü şey karyolanın demirlerine bağlı olduğu sürece tabi…
(2010’lar…)
            Vedat bir anda ayağa fırlayıp kapıya doğru yöneldi: “Siz bekleye durun. Arabayı çağırtayım birazdan çıkarız.” Ceketinin cebinden muasır teknoloji telefonu çıkarmasında, zeminde takırdayan parlak ayakkabıların nizami hareketinde ve ağzından çıkan emirdeki patron tınısı Kenan’ı biraz önceki puşt ihtimal olasılığından bağımsız olarak rahatsız etmişti. Araba çağırtmak ve beklemelerini emretmesi… On iki ayda ne kadar da değişmişti dünyası…
            Pelin, Vedat’ın çıkışının ardından bara yaklaşarak sandalyelerden birine tünedi. Eskiden olsa mekânın loş ışığında bar taburesinin üzerine adeta konar ve gerek bakışıyla gerek duruşuyla şiirsel bir manzara arz ederdi. Oysa şimdi kambur duruşuyla sanki tabure üzerinde düşmemeye çalışan bir baykuş gibiydi ve şiirsellikten hayli uzaktı. Sahi on iki ayda ne olmuştu bu masal perisine? Aklında yine üstü kapalı, örtünün altı türlü rezilliğe gebe ihtimaller peyda oldu. Bir anlığına Pelin’le yeniden göz göze geldiğinde kendisine alelade biri gibi baktığını gördü. Kendisini yabancı gibi görmesi yüzlerce efsunlu gülümsemeli bakışların ardından hayli yıkıcıydı.
            “Hiç mi özlemedin beni?”
            “Sen özledin mi?”
            Pelin’in salvoladığı cevap, sorduğu sorudan daha yıkıcı ve tesirliydi. Zira evlilik ve istikbal korkusunda Pelin’i özlemek hiç aklına gelmemişti. Zaten burada karşısına çıkmasa aklına gelmezdi de. O kavgadan sonra Pelin’in evlenip başkasının hayatına karışıp uzaklarda bir semte şehre falan gelin gideceğini hesaplamış bilinçaltı hariç bünyesinin her bir yerinden silivermişti. Ancak apansızın böyle karşısına çıkınca zihninde halı altına süpürdüğü bütün şeyler dökülüp saçılmış, en başta da gizliden gizliye ne kadar özlediğini anımsamıştı.
            Büründüğü romantik isyankâr halet-i ruhiyesi çok uzun sürmedi. Bir anda içindeki semt çocuğu uyanıvermişti. Kendisi yokken tek başına buraya gidip gelmiş, onsuz şarkı söylemeye devam etmişti demek. Bir anda yokluğunda başına gelebilecek onlarca taciz ve sarkıntılık hadisesi, yüzlerce barzonun rahatsız edici varlığı sanki o anda bir gölge gibi ruhunun üzerine aksetti.
            “Sen tek başına ben yokken gelip şarkı söylemeye devam mı ettin?”
            “Başka iş mi vardı sanki? Semtte bardan çıkma birine kim iş verir kolay kolay?”
            “Elin sarhoşuna barzosuna meze oldun yani…”
            “Vedat arka çıktı sağ olsun…”
            Bu cümledeki puşt tını bir anlığına Kenan’ı öfkeden deliye döndürebilirdi ama yapmadı. Vedat’ın varlığı ilk defa bu denli kendisini rahatsız etmekteydi. Semt çocuğu tarafı aklına kötü şeyler getirmemesini ve delikanlılık teamüllerini hatırlatırken, sokaklarda büyümüş tarafı zihnini an be an paranoyaya sevk ediyordu. Haksız da sayılmazdı. Vedat’a minnetini bildirirken ondan bile tiksintiyle söz ediyordu mimikleri. On iki ayda ne olmuştu?
            Bir anda Vedat kafasını bardan içeriye uzatıp arabanın geldiğini söyleyince süklüm püklüm çıktılar. Arabaların gelip geçtiği caddelerden birine ara sokaklardan varıp Vedat’ı beklemekte olan şoförlü ve kallavi cipe bindiler. Pelin önden girip Kenan’ın tam karşısındaki koltuğa oturdu. Kenan da arka koltuğun köşesine resmen yayılmış olan Vedat’ın yanına çöreklendi. Araç hareket ettiği sırada içindeki mini bardan viski çıkarıp mukallit kristal bardaklarda ikram etti Vedat.
            Askerde bulunduğu yerde denetim çok sıkı olduğundan birkaç ispirto denemesi ve çarşı izinlerinde güç bela edinebildiği bira haricinde alkolden epey uzak kalmış Kenan viskiden bir yudum alınca sakinleşti. Aklına puşt ihtimaller getirmemek için ve biraz da merak ettiğinden konuşmaya çalıştı:
            “Madem viski çıktı meydana iş konuşalım biraz.”
            “Konuşalım kardeşim. Aklınıza bi’şey takılmasın. Aynı devam edeceğiz, kendi mekânımızda ve biraz farklı bir konseptte. Biraz daha cebinde para olana yahut son parasını internette falan gösteriş yapmaya harcayacak tiplere hitap edecez. Senin müzik işlerin zaten kral. Pelin de söyleyecek işte, başka çocuklar da olacak ses ekibi falan amir gibi olacaksınız.”
            “Mekân nerede?”
            “Paşalı Korusu’nun o taraflarda.”
            “Ne tarafa kalıyor orası? Yeni köprü geyikleri dönüyordu oralar mı?”
            “Yok, daha aşağısında ama şehre biraz uzak.”
            “Ben askere gitmeden reklamları dönüyodu Paşalı Evleri yapılacaktı hani orası mı? Sonradan o iş iptal oldu diye duydum sit alanı falan diye. Tek çivi çaktırmazlar bize orda.”
            “O proje iptal ama çivilik çekiçlik işimiz yok bizim. Talih kuşu kondu başıma. Bir fırsat çıktı ben de değerlendirdim.”
            “Orman ortasında bar açmak kimin aklına gelir aga? Açıkhava mekânı mı olacak? Hem arazi mafyası hala oranın etrafında fink atıyordur rahat bırakmazlar bizi.”
            “Ya merak etme sen patron en büyük destekçim bizzat. O yol vermese ben bu işe girer miyim?”
            “Kardeş yanlış anlama da sen anladığım kadarıyla bu işte patrona ortaksın. Anlamadığım kısmı hangi sermayeyle? Yani senin badigartlıktan aldığın para belli. Hadi illegalin gayrimeşrun oldu desek onda da adını namını duyacak bir icraatın kulağıma çalınmadı. Gökten mi indi bu sermaye?”
            “Gökten değil kardeşim mahkeme kararıyla! Diyorum ya talih işte. Sen askere gitmeye yakın bana mahkemeden bir kâğıt geldi. İlk gitmeyi unuttuğum bir kavga, yaralama davası falan sandım ama baktım arazi marazi diyor.”
            “Eee?”
            “Ee’si bi’ bok anlamadım tabi afilli kelimelerden. Mübaşirlikten emekli Asım dayıyı buldum semtin kahvesinde ona okuttum. Bir miras kağıdıymış bana kalması gereken bir miras.”
            “Canlı mı?”
            “Yok be oğlum nakit makit değil arazi dedim ya. Arazi kalmış. Gittim sordurdum, dedem zamanı belgesi mi ne kaybolmuş bizdeki ama bize ait bir yer varmış Paşalı Korusu’nda. Bu kopyası işte o inşaat olayları olduğunda Paşalı Evleri’nin ortaya çıkmış başka bir dava araştırması sırasında. Dava açılmadan gerekli evraklarla başvurdum aldım araziyi üstüme. Patron da yardımcı oldu.”
            “Patron niye yardımcı oldu oğlum?”
            “Meselenin civcivlendiği yer orası. Patron yeni mekân açmak istiyordu ama İstanbul’da her yer ateş pahası. Buralara hem uzak hem yakın bir yer istiyor, değişik konsept olsun falan onları düşünüyor. Benim üzerime kalan araziyi duyunca talip oldu. Dedi mekan senden para benden yapalım bu işi. Öyle atladım işte.”
            “Ee sit alanı?”
            “Şahıs arazisi olsa da o konuda bir sıkıntı oldu zaten. Çünkü arazinin ortasında bir köşk var bizim.”
            “Sizin aile gariban değil mi aga nereden kalmış öyle?”
            “Ben de öyle sanıyordum. Allahın hikmeti işte. Osmanlı mosmanlı zamanından kalma bir yer. Benim dedelerden birine kalmış herhalde artık define mi buldu devlette mi görevliydi bilmem. Biz restorasyon ve işletme olmasındaki pürüzleri hallettik. Birkaç aydır hazırlıkları sürüyordu mekânın sezonu bomba gibi açacaz.”
           
Devam Edecek
Mehmet Berk Yaltırık

13 Mart 2016 – Edirne

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder