(1890’lar…)
Köşkten yükselen çığlık sesi
Bekir’in kulaklarından silinmemişken akabinde paşanın gürüldemesini işitti: “Kaçman nafiledir!” Kısa bir sessizlik.
Ardından yeniden insanın yüreğini titreten o canhıraş çığlık. Korkunun
tesiriyle ayaklarının dermanı kesilen Bekir, çığlık ve bağırtıların tesiriyle
bir an duraksadı. Ardı sıra bekleyen Peymanzer’le göz göze geldi. Peymanzer’in
gözlerindeki korku kendisininkinden daha kesifti ve fark ediliyordu. Şaşkınlık
yerini haklılığa bıraktı. Korkardı elbet. O köşkün içinde yaşamak insanda her
türlü korku duygusunu uyandırırdı. Geceleri kaçıp kaçıp yanına gelmesi de biraz
bu korkudan kaynaklanmıyor muydu? Dışarıdan bakılsa zenginliğin ve huzurun
kaynağı olarak görülecek bu köşkün içini anlamaya imkân var mıydı?
Oysa en başta öyle miydi?
Bekir’in şehrin sokaklarında diğer
işsiz güçsüz akrabaları gibi sağda solda iş bakındığı günlerdi. Dağda hayvancılıktan
ve silah atmaktan gayrı bir zanaatı olmadığından hemşerilerinin ziyadece tercih
edildiği bahçıvanlık, bekçilik gibi işlere bakmaktaydı. Beyoğlu’ndan ziyade
Galata taraflarına çıktığı o vakitlerde, ahbaplarıyla akranı akrabalarıyla
birlikte hemşerilerinden birinin işlettiği Arnavut Kıraathanesi’nde zaman
geçirirdi. Orası aynı zamanda Silahşoran-ı hassa Arnavut Tahir Paşa’nın baş
kabadayısı Matlı Mustafa’nın adamlarının da sıkça uğradığı bir yer olduğundan,
kapulanacak birileri olduğunda muhakkak haberdar olacaklarını ümit ediyorlardı.
Tüm akranları bir kapı bulup ayrıldıkları ve en son kendisinin tek kaldığı bir
vakitte, Tahir Paşa ile pek yakın olduğu söylenen Muhiddin Paşa adında birinin
bahçıvan aradığını duymuştu. Kısmet budur diyerek ücreti de pek hoş olunca hiç
düşünmeden kabul etmiş ve dağ başında denilebilecek bir yerde bulunan bu köşke
getirilmişti.
Önce Paşa’nın köşkün bahçesinde
beklemekte olan kâhyasına çıkarılmış, ardından paşaya takdim edilmişti. Kâhya
köşkün hayli aşağısında bulunan müştemilatta kalacağını söyleyince içinden
böylesine bir köşk yerine o türden bir mezbelelikte yaşamayı kendine
yedirememişti ancak haline şükretmişti. Para pul sahibi olduktan sonra döşeği
nereye serdiğinin ne önemi vardı? Geldiği yerde dağlarda ormanlarda yatmıyor
muydu? Yere sermeye pösteki bulsa kaz tüyünden döşek bulmuşçasına sevinmiyor
muydu?
Köşke girdiğinde gözleri debdebe ve
şaşaadan çok hizmetli kızlardan birine takılmıştı ki bu Peymanzer’di. Peymanzer
de ona ürkek bakışlarla karşılık vermiş, tanımadığı bu yabancıdan çekinmişti.
Köşkün bahçeye bakan geniş salonunda Muhiddin Paşa’nın huzuruna çıkıp el etek
öperek temenna etmişti. Nereden geldiğini ne iş yaptığını sorunca bir eksiksiz
anlatmıştı yaşadıklarını. Yalan söylemek pek tabiatında yok değildi ancak
bulduğu bu yağlı kapının yüzüne örtülmesinden endişe ediyordu. Bekir’i Muhiddin
Paşa’nın gözü tutmuştu zira silahşorluğu olduğunu öğrenince köşkün bahçesinde
bir nevi kır bekçiliği görevini daha iyi ifa edeceğini düşünmüştü. Üstelik
Tahir Paşa ile ahbap olduğundan onun emin adam göndereceğine kani olduğundan,
gelen kişinin de Tahir Paşa’nın kapusundaki kimseler gibi müsellah ve sadık
olduğunu öğrendiğinden gözü kapalı itimat etmişti.
Bekir’in içinde bir aralık böylesine
yağlı kapıya denk düşmenin feleğin bir cilvesi olduğu düşüncesi uyanmıştı. Koca
paşa kendisinden daha iyi birini elbette bulabilirdi. Lakin bahçıvanlık
kabiliyetini dahi sormadan tek bir adamı ne diye bekçi olarak almıştı. Kaldı ki
koca konakta hizmetli sayısı neden bu kadar azdı, bu garip tenhalığın nedeni
neydi? Ömrü pusularda baskınlarda geçtiğinden ölüm kadar sessiz mekânlarda
ölümün insani beklediğine emindi. Bu köşkte de aynı bu türden ürkütücü bir
kimsesizlik vardı.
Tam paşa kendisini kabul edip
göndereceği ve sorunsuz görevine başlayacağını düşündüğü esnada birden Paşa
ardı sıra tembihlere başlamıştı: “Gördüğünü
görme, işittiğini duyma. Burada yaşayacağın her şeyi unutacaksın. Buradan tek
bir söz bile dışarıya zinhar çıkmayacak.” Bekir konuşkan biri olmadığını
söyleyip zaten bir konak hizmetlisinde olması gereken hassaların bunlar
olduğunu ifade edeceği esnada Paşa zihnini okumuş gibi: “Bilirim zaten susmam icap etmeyecek mi diye şaşkınsın. Elbette konağın
bir ferdi olarak bu tür hususiyetlere haiz olman iktiza eder. Lakin benim
sırtımda taşıdığım bir yük vardır ki onun her insana ayan olmasını istemem. Bu
yükü burada gördüğün herkes taşır. Sen de bileceksin ve bu yüke ortak
olacaksın!” demiş akabinde Bekir’e kendisini takip etmesini söylemişti.
Bekir şaşkındı. Bir paşanın aile
sırlarından çekince duyması gayet tabiydi zira dönem Abdülhamid devri
olduğundan paşalar arası rekabet, makam ve ikbal için birbirlerine ters düşme
olağan şeylerdendi. Namlı Karadağ eşkıyaları ve onlara arka çıkan prensler
haricinde siyasetten zerre çakmayan Bekir, şehirde yaşamaya başlayalı beridir
siyaseti, jurnalleri, hürriyet sohbetlerini, istidatı az çok biliyordu.
Peki, paşayı böylesine bir sır
koruyuculuğuna iten ve çok az insanla hayatını sürdürmesine yol açan şey neydi?
Muhiddin Paşa onu köşkün alt katlarında bir odanın önüne götürdükten sonra ona
dönerek: “Göreceğin şeyler için senden
helallik isterim. Kimsenin buna tanık olmasını istemem lakin burada çalışacağın
için bilmen lazımdır. Bu kapıyı açana dek hürsün. Eğer çıkıp gitmek istersen
gidebilirsin. Lakin açtığım takdirde bu sırrın bir parçası olacak ve ebediyen
buraya bağlanacaksın.”
Bekir insandan kurşundan korkmazdı
ama korkulu sözler ve itikatlar ona ateş ve çelikten daha ziyade zarar verirdi.
Paşa’nın sözlerindeki korku ve gözlerindeki keder onun için yeterince tehdit
ihtiva etmekteydi. Lakin parasızlık korkudan daha beterdi. Kafasını hızlı hızlı
sallayınca Muhiddin Paşa odanın kapısını bir hamlede açmıştı.
Kapı kulak tırmalayan bir gıcırtı
ile açılınca, Bekir bu köşkte değil de bahçenin bir ucundaki müştemilatta
kalacak olmasına şükretti. O mezbelelik gözüne bir anlığına dünyanın en güvenli
ve emin yeri gibi göründü… Gördüğü şey karyolanın demirlerine bağlı olduğu
sürece tabi…
(2010’lar…)
Vedat bir anda ayağa fırlayıp kapıya
doğru yöneldi: “Siz bekleye durun.
Arabayı çağırtayım birazdan çıkarız.” Ceketinin cebinden muasır teknoloji
telefonu çıkarmasında, zeminde takırdayan parlak ayakkabıların nizami
hareketinde ve ağzından çıkan emirdeki patron tınısı Kenan’ı biraz önceki puşt
ihtimal olasılığından bağımsız olarak rahatsız etmişti. Araba çağırtmak ve
beklemelerini emretmesi… On iki ayda ne kadar da değişmişti dünyası…
Pelin, Vedat’ın çıkışının ardından
bara yaklaşarak sandalyelerden birine tünedi. Eskiden olsa mekânın loş ışığında
bar taburesinin üzerine adeta konar ve gerek bakışıyla gerek duruşuyla şiirsel
bir manzara arz ederdi. Oysa şimdi kambur duruşuyla sanki tabure üzerinde
düşmemeye çalışan bir baykuş gibiydi ve şiirsellikten hayli uzaktı. Sahi on iki
ayda ne olmuştu bu masal perisine? Aklında yine üstü kapalı, örtünün altı türlü
rezilliğe gebe ihtimaller peyda oldu. Bir anlığına Pelin’le yeniden göz göze
geldiğinde kendisine alelade biri gibi baktığını gördü. Kendisini yabancı gibi
görmesi yüzlerce efsunlu gülümsemeli bakışların ardından hayli yıkıcıydı.
“Hiç
mi özlemedin beni?”
“Sen
özledin mi?”
Pelin’in salvoladığı cevap, sorduğu
sorudan daha yıkıcı ve tesirliydi. Zira evlilik ve istikbal korkusunda Pelin’i
özlemek hiç aklına gelmemişti. Zaten burada karşısına çıkmasa aklına gelmezdi
de. O kavgadan sonra Pelin’in evlenip başkasının hayatına karışıp uzaklarda bir
semte şehre falan gelin gideceğini hesaplamış bilinçaltı hariç bünyesinin her
bir yerinden silivermişti. Ancak apansızın böyle karşısına çıkınca zihninde
halı altına süpürdüğü bütün şeyler dökülüp saçılmış, en başta da gizliden
gizliye ne kadar özlediğini anımsamıştı.
Büründüğü romantik isyankâr halet-i
ruhiyesi çok uzun sürmedi. Bir anda içindeki semt çocuğu uyanıvermişti. Kendisi
yokken tek başına buraya gidip gelmiş, onsuz şarkı söylemeye devam etmişti
demek. Bir anda yokluğunda başına gelebilecek onlarca taciz ve sarkıntılık hadisesi,
yüzlerce barzonun rahatsız edici varlığı sanki o anda bir gölge gibi ruhunun
üzerine aksetti.
“Sen
tek başına ben yokken gelip şarkı söylemeye devam mı ettin?”
“Başka
iş mi vardı sanki? Semtte bardan çıkma birine kim iş verir kolay kolay?”
“Elin
sarhoşuna barzosuna meze oldun yani…”
“Vedat
arka çıktı sağ olsun…”
Bu cümledeki puşt tını bir anlığına
Kenan’ı öfkeden deliye döndürebilirdi ama yapmadı. Vedat’ın varlığı ilk defa bu
denli kendisini rahatsız etmekteydi. Semt çocuğu tarafı aklına kötü şeyler
getirmemesini ve delikanlılık teamüllerini hatırlatırken, sokaklarda büyümüş
tarafı zihnini an be an paranoyaya sevk ediyordu. Haksız da sayılmazdı. Vedat’a
minnetini bildirirken ondan bile tiksintiyle söz ediyordu mimikleri. On iki
ayda ne olmuştu?
Bir anda Vedat kafasını bardan
içeriye uzatıp arabanın geldiğini söyleyince süklüm püklüm çıktılar. Arabaların
gelip geçtiği caddelerden birine ara sokaklardan varıp Vedat’ı beklemekte olan
şoförlü ve kallavi cipe bindiler. Pelin önden girip Kenan’ın tam karşısındaki
koltuğa oturdu. Kenan da arka koltuğun köşesine resmen yayılmış olan Vedat’ın
yanına çöreklendi. Araç hareket ettiği sırada içindeki mini bardan viski
çıkarıp mukallit kristal bardaklarda ikram etti Vedat.
Askerde bulunduğu yerde denetim çok
sıkı olduğundan birkaç ispirto denemesi ve çarşı izinlerinde güç bela
edinebildiği bira haricinde alkolden epey uzak kalmış Kenan viskiden bir yudum
alınca sakinleşti. Aklına puşt ihtimaller getirmemek için ve biraz da merak
ettiğinden konuşmaya çalıştı:
“Madem
viski çıktı meydana iş konuşalım biraz.”
“Konuşalım
kardeşim. Aklınıza bi’şey takılmasın. Aynı devam edeceğiz, kendi mekânımızda ve
biraz farklı bir konseptte. Biraz daha cebinde para olana yahut son parasını
internette falan gösteriş yapmaya harcayacak tiplere hitap edecez. Senin müzik
işlerin zaten kral. Pelin de söyleyecek işte, başka çocuklar da olacak ses
ekibi falan amir gibi olacaksınız.”
“Mekân
nerede?”
“Paşalı
Korusu’nun o taraflarda.”
“Ne
tarafa kalıyor orası? Yeni köprü geyikleri dönüyordu oralar mı?”
“Yok,
daha aşağısında ama şehre biraz uzak.”
“Ben
askere gitmeden reklamları dönüyodu Paşalı Evleri yapılacaktı hani orası mı?
Sonradan o iş iptal oldu diye duydum sit alanı falan diye. Tek çivi
çaktırmazlar bize orda.”
“O
proje iptal ama çivilik çekiçlik işimiz yok bizim. Talih kuşu kondu başıma. Bir
fırsat çıktı ben de değerlendirdim.”
“Orman
ortasında bar açmak kimin aklına gelir aga? Açıkhava mekânı mı olacak? Hem
arazi mafyası hala oranın etrafında fink atıyordur rahat bırakmazlar bizi.”
“Ya
merak etme sen patron en büyük destekçim bizzat. O yol vermese ben bu işe girer
miyim?”
“Kardeş
yanlış anlama da sen anladığım kadarıyla bu işte patrona ortaksın. Anlamadığım
kısmı hangi sermayeyle? Yani senin badigartlıktan aldığın para belli. Hadi
illegalin gayrimeşrun oldu desek onda da adını namını duyacak bir icraatın kulağıma
çalınmadı. Gökten mi indi bu sermaye?”
“Gökten
değil kardeşim mahkeme kararıyla! Diyorum ya talih işte. Sen askere gitmeye
yakın bana mahkemeden bir kâğıt geldi. İlk gitmeyi unuttuğum bir kavga,
yaralama davası falan sandım ama baktım arazi marazi diyor.”
“Eee?”
“Ee’si
bi’ bok anlamadım tabi afilli kelimelerden. Mübaşirlikten emekli Asım dayıyı
buldum semtin kahvesinde ona okuttum. Bir miras kağıdıymış bana kalması gereken
bir miras.”
“Canlı
mı?”
“Yok
be oğlum nakit makit değil arazi dedim ya. Arazi kalmış. Gittim sordurdum,
dedem zamanı belgesi mi ne kaybolmuş bizdeki ama bize ait bir yer varmış Paşalı
Korusu’nda. Bu kopyası işte o inşaat olayları olduğunda Paşalı Evleri’nin
ortaya çıkmış başka bir dava araştırması sırasında. Dava açılmadan gerekli
evraklarla başvurdum aldım araziyi üstüme. Patron da yardımcı oldu.”
“Patron
niye yardımcı oldu oğlum?”
“Meselenin
civcivlendiği yer orası. Patron yeni mekân açmak istiyordu ama İstanbul’da her
yer ateş pahası. Buralara hem uzak hem yakın bir yer istiyor, değişik konsept
olsun falan onları düşünüyor. Benim üzerime kalan araziyi duyunca talip oldu.
Dedi mekan senden para benden yapalım bu işi. Öyle atladım işte.”
“Ee
sit alanı?”
“Şahıs
arazisi olsa da o konuda bir sıkıntı oldu zaten. Çünkü arazinin ortasında bir
köşk var bizim.”
“Sizin
aile gariban değil mi aga nereden kalmış öyle?”
“Ben
de öyle sanıyordum. Allahın hikmeti işte. Osmanlı mosmanlı zamanından kalma bir
yer. Benim dedelerden birine kalmış herhalde artık define mi buldu devlette mi
görevliydi bilmem. Biz restorasyon ve işletme olmasındaki pürüzleri hallettik.
Birkaç aydır hazırlıkları sürüyordu mekânın sezonu bomba gibi açacaz.”
Devam Edecek
Mehmet
Berk Yaltırık
13 Mart
2016 – Edirne
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder