(Düşler
Ecesi, Gölge E-Dergi, 65. Sayı, Şubat 2013, s. 59-62. "Ceren Altındal'a ithafen...)
Sakin
bir Haziran günüydü… Okulunun bulunduğu ve yıllarını geçirdiği, bir nice
hatıralarını ve hayallerini saklayan o küçük sınır şehrinde son günüydü. Akşam
otobüsüyle bu tarihi evlerle, 70’lerden 80’lerden yadigâr apartmanların
birbirine karıştığı, öğrencilerin sokaklarından eksik olmadığı, zamanın dışında
yıllardan beridir aynı kalmış gibi görünen bu yerden ayrılacaktı ve güneş
altında son kez görmenin tadını çıkarmaktaydı. Şehrin bir ucunda bulunan,
asırlık ağaçların ve taş köprülerin tarihi bir koruyu dolaşmıştı. Ruhundan bir
parçanın o ağaç diplerinde, köprünün taşları arasında sıkışıp kaldığını
hissetmiş, nihayetsiz gibi görülen yeşil sarmaşıkların üzerinde ve yosunlu
ağaçların arasında yürürken başka bir zamana ait olduğunu düşünmüştü.
Nehirlerin sessiz sedasız akışında apayrı, saklı bir ezgi, keşfetmiş gibiydi,
akarsuların ruhuna dolandığını sanarak kendini şehre atmıştı. Sayısız kez
kaldırımlarında dolaştığı çarşıda son kez yürüdükten sonra, önceleri arkadaşlarıyla
gece dolaşmalarında denk geldiği güzellikleri, gündüzün o vaktinde de
görebilmek için minibüse binmek yerine yürüyerek dönmeye karar vermişti evine.
Öğrencilik yıllarından arkadaşlarıyla tuttuğu mütevazı
öğrenci evine yürürken, kendisini görmezden gelen insanların arasından süzülüp
mahallesine varmıştı. Geceleri oldukça korkutucu görünen ve bacasının uğursuz
kuleleri andırdığı kiremit fabrikasının hemen yan tarafındaki otuz senelik
apartmana çıkarken, civardaki ağaçlara son kez baktı. Rüzgârın uğultusunu bile
farklı bir melodi gibi işitmekteydi. Arkadaşlarından geriye en son o kalmıştı,
o da gittikten sonra valizini alıp evin anahtarını emlakçıya teslim etmek üzere
birçok anısına ev sahipliği daireyi terk edecekti. Birkaç eşya dışında tamamen boş
kalmış “eski” evine doğru merdivenleri tırmanırken evini son kez seyretmeyi
düşünmüştü. Gerçi bu ay kaç kere evi bir hayalet gibi dolaşıp, sayısız anısını
sessizce yâd etmişti? Son kez, öğrencilik yıllarının anısına bu tılsımlı ve
zamandan ayrı kalabilmiş şehrin, büyülü gibi görünen ormanların ve bir nice
hayaletin sahiplendiği eski evlerin anısına, son bir kez anılarını yâd etmekten
ne çıkardı? Bu sefer bir şeylerin farklı gibiydi sanki kendini belki de
ayrılacağı için şehrin tılsımından koparılmış, şehre yabancı kalmış gibiydi ve
bunu o koru gezisinden beridir hissetmekteydi. Her şeyden de öte kendine
yabancılaşmış gibiydi ancak nedenini bilemiyordu.
Evine çıktığı zaman, arkadaşlarıyla sayısız
zamanının geçtiği salona ve odalara bakındı. Sayısız kez gün doğumunu seyredip,
radyodan gelen Rembetiko ezgilerinin eşliğinde kadimin şairleri gibi kaç şarap,
kaç rakı içtiklerini unuttuğu o küçük mutfağın mütevazı balkonunda dakikalarca
takılıp durdu. Odasına dönerken bir anlığına kapısının yanındaki aynadaki aksiyle
göz göze gelmiş, sanki kendine değil de bir başkasına aitmişçesine ürpermişti.
Aynaya baktığında odalardan koridora vuran gün ışığının belli belirsiz
aydınlığında omuzlarına dek uzanan kuzgunî mavi siyah renkte parıldayan
saçlarına ve yeşil gözlerine baktı, aynada akseden bir başkası gibiydi. Şehrin
efsunundan kaçmanın bir bedeli miydi bu yoksa şehrin bilinmeyen, öğrenilmemesi
gereken yasak bir sırrını öğrendiğinden mi bilinmez artık hiçbir şeyi eskisi
gibi göremiyor muydu? Aynadaki yabancıya bakmayı bırakıp odasına girdiğinde
içerideki yegâne eşyanın valizi ve evle birlikte kendilerinin olan yatağı
gördü. Bir öğrenci şehrinde, o evle birlikte kalmaya devam edecek eşyalardan
biriydi. Kendisinden önce o yatağın üzerinde kim bilir kaç öğrenci ağlamış,
kaçı uyumuş, kaçı yasak şeyleri düşlemişti? Son kez yatağına oturup odasının
duvarlarına bakmıştı. Pencere panjurlarının karartmış olduğu odada kim bilir
kaç gecesini bu duvarları seyrederek geçirmişti? Bir anda içinden gelen bir çağrıya
kulak verir gibi yatağına uzanıp öylesine tavana dikmişti gözlerini. Akşama
kadar vakti vardı ve odasında son kez yatağında uzanıp hayaller kurmak
istiyordu.
Ruhunun uyuyup, düşler gördüren zihninin en derin
kapıları açıldığında, uykuyla uyanıklık arası halde tuhaf bir diyara adım
atmıştı. Bilinci bir anlığına kaybolmuştu sanki ve uykuya dalmamıştı da
uyumadan doğrudan düşler âlemine geçmişti. Kulaklarına gelen belli belirsiz
mırıldanmalarla uyandığında ilk anımsadığı seslerin kaynağını bulmak olmuştu.
Gözlerini araladığında havanın çoktan kararmış olduğunu görmüştü. Otobüsünü
kaçırmış olmanın da ötesinde bambaşka bir şeyden kaygı duyuyordu. Kendisine
korkutucu derecede tanıdık gibi görünen bir dünyaya açmıştı gözlerini...
Panjurları açtığı zaman dışarıda korkutucu derecede büyük ve beyaz dolunay
görmüştü. Dolunay, etrafı tuhaf sarımsı bir ışıkla dolduruyor, taşıran,
gölgeler üzerinde çeşitli göz oyunlarına neden oluyordu. Yıldızlar tanıdıktı
ancak ne ışıltıları aşina geliyordu gözlerine ne de gökyüzü her zaman gördüğü
mavi siyah renkteydi. İnsanın ruhunu yutacakmış gibi görünen kadim bir iblisin
emsalsiz ve ölçülemez ağzının karanlıklarına bakıyordu sanki. Tuhaf bir
şekilde, yıldızların üzerinde sürünen, sallana sallana yürüyen, uçan acayip
mahlûkların ve canavarların varlığını hissediyordu. Odasının tuhaf
karanlığından sıyrılıp apartmana çıkmıştı. Korkulu bir düşün içindeymişçesine
kendini tuhaf mırıltının sesine vererek yürüyordu, kendisine yapılan bir çağrı
gibiydi. Sokağa çağırıyordu kendisini, uzaklarda görmesini istediği bir şeyler
vardı. O an içinden bir ses şehirle bütünleştiğini söylüyordu, sanki şehrin
kayıp ve bilinmemesi gereken kapılarını aralamıştı ve şehrin tüm büyüleri,
cinleri, hayaletleri ifşa olmuştu. Kanalizasyonların da altındaki Bizans
dehlizlerinde sürünen şeylerin, asırlık mezarlarının ve yosun bağlamış
lahitlerinin altında çığlık atan kadim ölü sanılanların varlığını hissediyor
ancak onlardan korkmuyordu. Sanki onu bir şekilde aralarına kabul etmişlerdi.
Sokağa çıktığında her zaman gördüğü sokağa değil de
ecinnilerin ve düşlerin âlemindeki herhangi bir sokağa çıktığını anladı ve
mırıltıların çağrısına uydu… Ağır aksak adımları boş sokaklarda çınladı.
Gölgesinin üzerine düştüğü kedi suretli varlıklar gözlerini kısarak uzaklaştı,
köpek kılıklı ama pençe yerine el taşıyan acayip mahlûklar kuyruklarını
kıstırıp kaçıştılar. Onlardan korkuyordu ama onların da ondan korkar gibi bir
hali vardı. Tekin olmadığını fark etmişti ancak kendisinin de tekin bir yerde
olmadığını biliyordu. Yeşil gözleri, korkuyla fır dönüyor kör karanlıkta sağa
sola kaçışan “iyi saatte olsunları” seçmeye çalışıyordu. Niye bunu yapıyordu
ki? Onları görebilse korkmaz mıydı? Ötedekiler yüreğinin çağrısına kulak vermiş
olacaktı ki tepesinde yıldırımlar şavkıyıp gök gürlüyorken o ışıltıda şimdiden
tuhaf şeyler görmeye başlamıştı. Gayb perdesinin ötesindeki delilikler ve
acayiplikler gözünün önüne serilmişti bir anda. Mırıltıları takip ederken
adımlarını sıklaştırmıştı ama bunun nedeni kesinlikle yağmur değildi. Bir an önce
tekinsiz sokaklarda uzaklaşmak istiyordu. Binaların bir anda ya mermer
sütunlarla kat kat yükselen kadim dönem tapınaklarına, ya da yüksek kuleli
şatolara, kasırlara dönüştüğünü görmüştü. Betonarmelerin yerinde sırtı kambur
kocakarıları andıran, birbirine sırt vermiş ahşap evler yükselmekteydi ve
camlarından kendisini seyreden kuyu dibi gözler hiç hoşuna gitmemişti.
Tüm korkularına rağmen sesin kaynağını aradığından
istemeye istemeye eski fabrikanın olduğu yola sapmıştı ki bir tek onun eski
haliyle kaldığını görmüştü. İnsanların âlemindeyken bile yeterince korkutucuydu
o yüzden bu ecinniler âleminde de aynı sureti taşımasına şaşırmamıştı. O
fabrikanın yanındaki yol son çaresiydi, en kısa ama en tekinsiz yoldu. Çok
işiniz olmadıkça yanından geçmek istemeyeceğiniz ve bazı göz yanılmalarının
“kedi olduğunu” ummak isteyeceğini türden bir yerdi. Ay ışığında ilk gözüne
çarpan şey fabrikanın ahşap tavanından aşağıya sarkan, kanlı kefenleriyle boğum
boğum olmuş, vampirler ve hortlaklardı. Bu uğursuz havada onlar bile ölümcül
uykularından uyanmayı göze alamamışken o gölgelerin arasında yapayalnızdı.
Derken “onlar”ın geldiğini hissetmişti. Etrafında dolaşıyorlardı ama saygı
gösterir gibi bir halleri vardı. Bir anda sağ tarafından insan suretinde belli
belirsiz bir gölgenin geçtiğine yemin edebilirdi. Birkaç adım sonra bu kez sol
tarafından başka bir siluet geçer gibi olmuştu. Kedi olmadıklarına emindi.
Fabrikanın yanından geçen yolu geride bıraktığında ufak bir koruya dalmıştı.
Karanlıkta köpeğimsi varlıkların uğursuz dolunaya uluduklarını işitmekteydi.
Seslerinde korkudan ziyade saygı seziliyordu ki bir başka sokağa sapıp
uygarlığın pençelerine adım attığını zannederek bir anlığına huzura ermişti.
Saat gecenin çok ters bir vaktiydi ve o vakte göre
oldukça alışılmadık şeyler görmekteydi. O saatte sokakta, ailesinin ekmek
almaya gönderdiği çocuklara benzer bir çocuk geçmişti yanından ve geçerken
selamlamıştı kendisini. Çocuğun koynunda taşıdığı soğan kabuklarını, ters
ayaklarını ve ateş kızılı gözleriyle ürkünç sırıtmasını görür görmez gözlerini
kapatmıştı. Bir balkonda kendisini seyreden yaşlı bir adam gördü. Göz çukurları
simsiyah sırıtkan suratlı bir mahluk, balkondan kendisini selamlayınca korkuyu
kaldıramayarak sesin kaynağına doğru koşmaya başlamıştı. Ağaçların kendisini
seyreden gözlerini, insan gibi konuşan kedileri görmekteydi ve uzaklardan tarif
edemeyeceği mahlûklardan gelme çığlıklar duyuluyordu. Ayakları onu başka bir
apartmana getirmişti, oraya girerken arka yoldan gürültülerle patırtılarla, hora
tepen ecinnilerden oluşma bir düğün alayının kendisini çağıran dehşetli
seslerini işitmişti. Işıksız, karanlık merdivenlerden yukarıya doğru
tırmanırken arada bir apartman boşluğunun camından vuran ay ışığının altında,
bir kapı önünde oturmuş ağlayan hayal meyal bir siluet görmüştü. Bilekleri
kesik bir kıza benziyordu, intihar etmiş birinin o apartmana musallat olmuş
huzursuz hayaletiydi. Hayaletin açtığı kapıdan içeriye girince içerideki tek
odada pencerelerden gelen ay ışığında bembeyaz parlayan büyüleyici bir elbise
ve yanında birkaç takı ile görkemli bir taç görmüştü. İçinden gelen çağrıya
uyarak onları giyip kuşanınca bir anda camların açıldığını ve ay ışığı altında
beyaz atların çektiği altından bir saltanat arabasının yanaştığını görmüş,
mırıltıların kaynağını bulmak adına içeriye uzatılan ay ışığından köprüye
çıkarak arabaya binmişti.
Altından saltanat arabası dev kulelerin, sütunların
üzerinden geçerken korkunç ve büyüleyici sayısız mahlûkun kendini selamladığını
görmüştü arabanın penceresinden. İçinden bir ses kendisinin artık bu âlemin
ecesi olduğunu ve saltanat arabasının onu muazzam sarayına götürdüğünü
söylüyordu adeta. O tarihi mesirenin yerini bin pencereli ve bin kapılı muazzam
bir saray almıştı… Kubbesi peri kızlarının saçlarından, duvarları kadim
ejderlerin kemiklerinden yapılma, altın ve gümüş kulelerin yükseldiği, türlü
çeşit mahlûkun ateşler saçarak surlarında dolandığı görkemli bir saraydı.
Sarayın bir dağ yüksekliğindeki altından cümle kapısından geçtiğinde içeride
aynı ormanın ve korunun bulunduğunu görmüştü. Ancak tuhaf bir yeşil ışıkta
parıldıyorlar ve birbirinden güzel peri kızları aralarında dolaşıyor, şarkılar
söylüyorlardı. Bir anda duran saltanat arabasının kapısını açarak onun
kollarına girip sarayın kubbesine uçuran peri kızları, iblislerin yuttuğu
yıldızların ölü ışıklarının aydınlattığı muazzam bir koruya getirmişlerdi onu.
Mermerden bir havuzun ortasında, heybetli bir tahta oturduğunu görmüştü. Ne
kadar peri, ecinni ve korkutucu mahlûk varsa kendisinin huzurunda diz çökmüştü.
Rüyalarında görmek bir yana hayallerinde bile düşleyemeyeceği bir gerçekliğin
yegâne hâkimi olmuştu…
İnsanların
âleminde, öldüğü söyleniyordu. Nedensiz bir şekilde geriye valizini bırakarak
ortadan kaybolmasına ilişkin türlü çeşitli şeyler söylüyorlardı insanlar. O ise
bu dünyadan ve insanların sıkıcı dünyasından elini eteğini çekmiş, öte
diyarlara hükmeden ifritlerin ve peri kızlarının tepesinde yükselen muazzam
sarayında, ejderlerin çektiği savaş arabalarına, bulut kanatlı gemilere biner
binbir türlü mahlûkatın arasında hüküm sürmeye başlamış, zamanın daha yavaş
aktığı bir diyarın hükümdarı olmuştu.
O artık “Düşler Ecesi”ydi, her hayalde insanlara
ilham üfüren perilerin kraliçesiydi…
SON
Mehmet Berk YALTIRIK
7 Ocak 2013 – İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder