(Köpeklerin
Hükümdarı, Gölge E-Dergi, 63. Sayı, Aralık 2012, s. 82-85.)
Şehrin
tüm köpeklerinin imha edilmesinin hükmü verilip, belediyelerden ve sokaklardan
devşirilme kelle avcıları zehirlerle, kementlerle, zincir ve sopalarla
sokaklara inerek, arabalarla, bağırıp çağıran kalabalıklarla şehirdeki renk renk,
bölük bölük, cins cins, boy boy her köpeği ölümüne kovalamaya başlamışlardı.
Şehr-i İstanbul, tarihinin bir başka kıyımına daha
tanıklık etmekteydi. Gün batımına yakın sokak sokak, mahalle mahalle ilerleyen
satırlı, zincirli, sopalı dehşetlerin bağırtıları eşliğinde, şehrin kadiminden
kalma köpekler eski yurtlarından birer birer sürülüyordu. Köpeklerin
Padişahlığı’nın asırları bulan payitahtı, köpeklerin aşiretlerinin, klanlarının
efsanevi yurdu küflü söylentilere ve tozlu sayfalara karışmaktaydı.
Şehrin betonarme binalar tarafından kuşatılmış, sırt
sırta verip beton tahakkümüne direnen ahşap evlerin bulunduğu bir
mahallesindeki birkaç köpek, “Köpeklerin Hükümdarı”nın sarayının yolunu
tutmuştu. Diğer evlere göre daha heybetli duran metruk bir köşkten içeriye
giren köpekler, köşkün selamlığında bulunan eski püskü ancak bir zamanlar
değerli olması muhtemel küflü bir koltuktan ibaret tahtının üzerinde beklemekte
olan Köpeklerin Hükümdarı, Büyük Kalbisarru’nun huzurunda saygıyla oldukları
yere çöktüler. Köşkün sağından solundan gölgeler arasından çıkıp gelen Köpekler
Hükümdarı’nın hassa askerleri gelenlerin etrafını sararak padişahlarını
beklemeye başlamışlardı ki bunların her biri pitbull, doberman, rottweiler,
kangal gibi çeşit çeşit köpek cinslerinden devşirilmiş, her biri psikopat
sahiplerinin ve köpek dövüşçülerinin ellerinden kaçıp gelmiş, gözünü budaktan
sakınmaz kahraman köpeklerdi.
Gelen köpekler, Kalbisarru’dan gelen buyrultu
mahiyetindeki havlamayı işitince hep bir ağızdan acı acı ulumaya başladılar.
Sanki olanı biteni haber vermiyorlar da, asırlarca şehirde hakir görülüp
horlanan her bir köpeğin ağıtını okuyorlardı. Hükümdarın hassa köpekleri,
olanca acarlıklarına rağmen bu içli iniltiler, ulumalar karşısında
dayanamayarak onlarla birlikte uluşmaya, gözyaşı dökmeye başlamışlardı.
Kalbisarru’nun gözlerinde acı vardı ancak onlar gibi
değildi. O bu acıların mislini yaşamış, defalarca benzer acıları yaşamıştı ki
gözyaşları bedenini asırlar önce terk etmişti. Çünkü Kalbisarru ölümsüzdü ve
şehirlerin yükselip, namlı imparatorların zuhurundan çok önce, devlerin ve
perilerin zamanlarında yeryüzünde yürümüştü.
Kadim Sümer’in hüküm zamanlarında yaşamakta olan,
Uruk kentinin köpeklerinden biriydi uzun zaman önce. Şehirleri ve bölgeleri
sahiplenen ilk köpeklerin torunlarındandı. Her köpek gibi ölümlüydü. Ta ki
efsanevi Uruk Kralı Gılgamış’ın ölümsüzlük otunu bir yılana kaptırmasının
ardından, bir şekilde otu yutmadan ülkeler aşan yılanın kendisine çok yakın bir
yerde can vermesine kadar. Bulduğu yılanın ağzındaki otun kokusu hoşuna gidip
yediğindeyse ilk başta hiçbir şey fark etmemişti. Derken yavaş yavaş diğer
köpekleri etkisi alabildiğini, insan dilini anlayabildiğini fark etti. Yediği
ot onu sadece ölümsüzleştirmemiş, adeta tanrısal bir güç bahşetmişti. Ölümsüz
olduğunu da bir ateş yığını içerisine düştüğü halde hiç yara almadan
çıkabilmesine borçluydu. Onun namını duyan Uruk Kralı, ölümsüzlüğünü görünce
tanrılardan bir işaret kabul ederek köpeği yanına almıştı. İlk adını o zaman
almıştı. Kalbisarru yani Köpek Kralı, böyle demişti kadim Sümerler ona.
Kalbisarru köpekler üzerinde hâkimiyet kurmaya
başlamış, uzak diyarlardan çeşit çeşit köpeklere gelerek emrine girmişti. Uzun
yıllar boyunca köpekler üzerinde hâkimiyet kurmuş, sahibi olan Uruk kralları
misali o da köpekler arasında nam salmıştı. Ancak ne zamanki görkemli Sümer
medeniyeti yıkılmaya yüz tutmuş Mısır’a kaçmıştı uyruklarıyla. Ölümsüz köpeğin
namını duyan kadim Mısır firavunları onu sarayına almış, uyrukları sokak
köpekleriyle birlikte orada yaşayagelmişti. Kalbisarru’nun bu göçü uyruklarını
her kral gibi yaşatabilmek ve nesillerini payidar kılmaktı. Pers Orduları’nın
Mısır’a girmesinin ardından köpeklere hürmet gösterdiklerinden ötürü, ahalisini
toplayan Kalbisarru İran’a göç etmişti. Orada şahların, hükümdarların
saraylarında yaşayıp abad olmuşken, İskender’in orduları gelende açlıktan
tebaasına saldırıp yiyenler zuhur edince saltanatının tehlikeye düştüğü görüp
tebaasından kurtarabildikleriyle beraber Asya bozkırlarına kaçmıştı. Asırlar
boyu İpek Yolu’nun artıklarının ardından ömür sürmüştü. Bir gün Cengiz Han
ortaya çıkmış, sürek avı niyetiyle bulundukları ormanı çerileriyle sarmıştı.
Çemberin içerisinden bir hayvan sağ kalamamışken, bir tek o kurtulmuş, tebaasını
yeniden toplamak üzere oradan kaçarak ta o dönemin İstanbul’una kadar gelmiş,
oraya kurmuştu payitahtını.
Konstantinopolis, Kostantiniyye olanda Al-i Osman
saltanatında en şaşaalı, en güzel asırlarını yaşamıştı tebaasıyla birlikte. Her
birine yemekler dağıtılıyor, kapı önlerinde ottan samandan yatacak yerler
hazırlanıyor, camii çıkışlarında bunlara mahsus yemek artıkları dağıtılıyordu.
Köpeklerin her biri mahalle ve sokağı sahiplenmiş, her sokağa, mahalleye has
köpek sürülerini oluşturmuştu. Hiç biri mahallesini terk etmediği gibi
mahallelerine yabancı kimseleri de sokmazlardı ki her biri Kalbisarru’nun
tebaasıydı. Her bir köpek kendi mahallesinde doğup büyür, insanların akıp
geçtiği kalabalık caddelerde bile düşüp kalkarlarken onlara hiçbir kimse ilişmiyordu.
Köpeklerin Hükümdarlığı’nda onlara kim dokunabilirdi ki?
1826 senesinde, yeniçerilerin kırılmasından sonra,
şehre gelen İngiliz turistlerden birinin şikayeti üzerine, Sultan Mahmud Han köpeklerin
toplanıp Hayırsızada’ya bırakılmalarını emretmişse de mahalle insanlarının
köpeklerine sahip çıkıp, tepki göstermeleriyle padişah kararını geri almıştı. Uzunca
bir süre zeval görmeseler de hakimiyetleri bir kez sarsılmıştı. 1865 senesinde
birkaç bin köpeğin Hayırsızada’ya bırakılmasını kimse engelleyemedi. Kalbisarru
tebaasının intikamı için Beyazıt semtinde büyük bir yangının çıkmasını
sağlamış, ahali bunu ölüme terk edilen köpeklerin ahının neden olduğuna
inanmıştı. Derken Sultan Reşad saltanatında bu kararın misli uygulanmış, seksen
bin köpek sokaklardan sürüle sürüle teknelerle Hayırsızada’ya bırakılmıştı.
Seneler sonra ise 1920’ye dek otuz bin köpek daha itlaf edilmişti bu yolla.
Değişen dünyada ve inşa edilen yeni bir dönemde eski
şeylerle birlikte köpeklere de yer olmadığını hem Kalbisarru hem de tebaası
olan köpekler yaşayarak ve itlaf edilerek öğrenmişlerdi. Kalbisarru hükmünü
yitirdiğini hissediyordu. Eski görkemli günleri geride kalmıştı. İnsanların
hakimiyetini ensesinde hissediyordu ve biliyordu ki kurtuluş yoktu.
Yenileceğini bile bile son ölüm kalım savaşlarını verecekti. İstanbul çok ölüm
kalım savaşı görmüştü. Tarih Bizans kuşatmalarını, Sultanahmet’teki sipahi
kıyımını, yeniçeri kırımını yazmıştı. Şimdi ise köpeklerin direnişine tanık
olacaktı.
Kalbisarru; Ölümsüz Köpek, Köpeklerin Hükümdarı
tahtında doğrularak yeri göğü inleten tüyler ürperten bir uluma koyuvermişti.
Uluma sesi şehrin sokaklarından yayılıp köpeklerin kulaklarına ulaşmıştı.
Kaçmakta olan köpekler hükümdarlarının çağrısıyla geri çekilmeye başlamıştı.
Onun çağrısını alan her bir köpek son direnişlerini gerçekleştirmek üzere ahşap
köşkün yolunu tutmuştu. Onları kovalayan kelle avcıları da adamlarıyla birlikte
çepeçevre sararak sokakları onların peşlerine düşmüştü.
Köpekler ahşap evlerin olduğu yere öbek öbek
doluşunca ikinci uluma gelmişti. Kalbisarru’nun emriyle sokağa dalan itlaf
ekiplerine saldırmışlar, insanlarla hayvanlar arasında emsali görülmemiş kıran
kırana bir savaş başlatmışlardı. Yere devirdikleri itlaf ekiplerine birbiri
ardına dişlerini geçiriyorlar, zincir ve sopa darbelerine rağmen mücadeleyi
bırakmıyorlardı. Ancak gelenler insandı, silahlıydı, kalabalıktı ve her birini
geriletmeyi başarmışlar, bölüklerin aralarına girerek köşke kadar
yaklaşmışlardı. Sağ kalabilen köpekler köşke doğru çekilirken üçüncü uluma gelmiş,
köşkün kapılarından fırlayan Hükümdar’ın hasa köpekleri saldırıya geçmişti. Her
biri kavgalarda pişmiş, itin kopuğun elinde ona buna caka satmaktan dolayı
bıçkın, kemikli etle beslene beslene parçalamaya alışkın kallavi köpek
cinsleri, itlafçıları çil yavrusu gibi dağıtmışlardı. Bu kez kaçma sırası
insanlara gelmiş, birbirlerini ezerek gerisingeri betonarmelerin gölgelerine
atmışlardı kendilerini. Diğer köpeklere de bir cesaret gelmiş, Hassa
köpeklerinin ardından hücuma geçmişlerdi.
İtlafçılar, kelle avcıları ve kiralık psikopatlar,
köpeklerle doğrudan başa çıkamayınca şeytan akıllarına rezil ve iğrenç kere
iğrenç bir fikir düşürdü. Ahşap evleri yakacaklardı, böylece köpekler çemberin
dışına çıkamadan yanıp kavrulacaklardı. Aynısını Belgrat Ormanı’nda, Yeni
Odalar’da yapmışlardı şimdi neden yapamayacaklardı? Silahlı adamları sokağın
giriş çıkışlarına koyarak ateş kusarken, zeybeklere pusu kurar gibi bidon bidon
benzini evlerin arka bahçeleri üzerinden boşaltarak ateşe verdiler. Kadim
binalarla birlikte asırlık ağaçlar alev aldı, köpekler ateşlerden kaçışırken
menzile girenleri yağlı kurşunlar hakladı.
Karanlığın içinde gün doğmuşçasına şavkıdı alevler.
İstanbul’un sokak köpekleri bire varıncaya kadar ateşler içinde kavruldu. Bir
tek uluma sesi kalmayınca sokağın girişini tutan itlafçılar küle dönmekte olan
ahşap mahalleyi alevlere terk ettiler. Betonarmelerin balkonlarına çıkan
insanlar bu kanlı manzarayı film misali seyretmekteydiler ki birçoğu yanık et
kokusundan rahatsız olarak televizyon önlerine geri döndü. Alevler dinince
karınlarını leşle doldurmaya alışık leş kargaları ve lağım fareleri köpek
cesetlerine üşüştükleri sıra, Kalbisarru harabelerin içinden çıktı. Ateşlerin
zarar veremediği vücudunda, tek bir zayıflık emaresi yoktu. Gözlerinde gözyaşı yoktu
ki herhangi bir acı hissettiği söylenemezdi. Adamlarının leşleri üzerinden
kargaları ve fareleri kaçıra kaçıra terk etti mahalleyi.
Giderayak son bir uluma daha koydu. İnsanlar
uykularında dehşetle ürperirken, kırımdan sağ kalabilen birkaç köpek onu bularak
krallarının ardından yeraltına, lağım kanalizasyonlarına indiler. Kalbisarru
artık elinden nicedir ekmek yediği insanoğlunun yaptıkları karşısında hiçbir
sadakat borcu kalmadığını görerek uyruklarıyla birlikte, İstanbul’un dağları
sayılan dehlizlere ve tünellere sığınmıştı. Kurt bunalınca ovaya iner, kul
bunalınca dağa çıkar misali bu kuşatmadan sağ kalabilen köpekler şehrin
dehlizlerine ve kanalizasyonlarına sığınmışlardı.
Her biri lağım fareleriyle beslenirken, bulduğu bir
Bizans mahzeninin kırık lahdini taht bellemiş Kalbisarru, orada kaldığı süre
içerisinde uyruklarını yeniden toplamaya başlamıştı. İnsanlara saldırarak
onların leşlerini çekiştire çekiştire yiyecekleri zamanı beklemeye koyulmuştu. İlk
önce evsizlerden ve savunmasız çocuklardan başlamışlardı. Saldırıyorlar,
parçalıyorlar ve öldürdükten sonra lağımlara geri kaçıyorlardı. Sokaklarda
köpek göremeyen itlafçılar çaresizdi.
Bir gün ötekilere sıra gelinceye kadar böyle
yaşayacaklardı. Kalbisarru’nun elinde zamandan bol ne vardı ki? Onlardan
soncusuna diş geçirene dek gölgelerde yaşadı ve kana susamış köpek sürülerine
hükmedecekti. Arada adamlarının başında sokaklara çıkacak ve korkunç
ulumalarıyla insanların kabuslarına dahi girmeye muvaffak olacaktı.
SON
Mehmet
Berk Yaltırık
20
Kasım 2012 – İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder