25 Temmuz 2014 Cuma

Köpeklerin Hükümdarı

(Köpeklerin Hükümdarı, Gölge E-Dergi, 63. Sayı, Aralık 2012, s. 82-85.)

         Şehrin tüm köpeklerinin imha edilmesinin hükmü verilip, belediyelerden ve sokaklardan devşirilme kelle avcıları zehirlerle, kementlerle, zincir ve sopalarla sokaklara inerek, arabalarla, bağırıp çağıran kalabalıklarla şehirdeki renk renk, bölük bölük, cins cins, boy boy her köpeği ölümüne kovalamaya başlamışlardı.

Şehr-i İstanbul, tarihinin bir başka kıyımına daha tanıklık etmekteydi. Gün batımına yakın sokak sokak, mahalle mahalle ilerleyen satırlı, zincirli, sopalı dehşetlerin bağırtıları eşliğinde, şehrin kadiminden kalma köpekler eski yurtlarından birer birer sürülüyordu. Köpeklerin Padişahlığı’nın asırları bulan payitahtı, köpeklerin aşiretlerinin, klanlarının efsanevi yurdu küflü söylentilere ve tozlu sayfalara karışmaktaydı.

Şehrin betonarme binalar tarafından kuşatılmış, sırt sırta verip beton tahakkümüne direnen ahşap evlerin bulunduğu bir mahallesindeki birkaç köpek, “Köpeklerin Hükümdarı”nın sarayının yolunu tutmuştu. Diğer evlere göre daha heybetli duran metruk bir köşkten içeriye giren köpekler, köşkün selamlığında bulunan eski püskü ancak bir zamanlar değerli olması muhtemel küflü bir koltuktan ibaret tahtının üzerinde beklemekte olan Köpeklerin Hükümdarı, Büyük Kalbisarru’nun huzurunda saygıyla oldukları yere çöktüler. Köşkün sağından solundan gölgeler arasından çıkıp gelen Köpekler Hükümdarı’nın hassa askerleri gelenlerin etrafını sararak padişahlarını beklemeye başlamışlardı ki bunların her biri pitbull, doberman, rottweiler, kangal gibi çeşit çeşit köpek cinslerinden devşirilmiş, her biri psikopat sahiplerinin ve köpek dövüşçülerinin ellerinden kaçıp gelmiş, gözünü budaktan sakınmaz kahraman köpeklerdi.

Gelen köpekler, Kalbisarru’dan gelen buyrultu mahiyetindeki havlamayı işitince hep bir ağızdan acı acı ulumaya başladılar. Sanki olanı biteni haber vermiyorlar da, asırlarca şehirde hakir görülüp horlanan her bir köpeğin ağıtını okuyorlardı. Hükümdarın hassa köpekleri, olanca acarlıklarına rağmen bu içli iniltiler, ulumalar karşısında dayanamayarak onlarla birlikte uluşmaya, gözyaşı dökmeye başlamışlardı.

Kalbisarru’nun gözlerinde acı vardı ancak onlar gibi değildi. O bu acıların mislini yaşamış, defalarca benzer acıları yaşamıştı ki gözyaşları bedenini asırlar önce terk etmişti. Çünkü Kalbisarru ölümsüzdü ve şehirlerin yükselip, namlı imparatorların zuhurundan çok önce, devlerin ve perilerin zamanlarında yeryüzünde yürümüştü.

Kadim Sümer’in hüküm zamanlarında yaşamakta olan, Uruk kentinin köpeklerinden biriydi uzun zaman önce. Şehirleri ve bölgeleri sahiplenen ilk köpeklerin torunlarındandı. Her köpek gibi ölümlüydü. Ta ki efsanevi Uruk Kralı Gılgamış’ın ölümsüzlük otunu bir yılana kaptırmasının ardından, bir şekilde otu yutmadan ülkeler aşan yılanın kendisine çok yakın bir yerde can vermesine kadar. Bulduğu yılanın ağzındaki otun kokusu hoşuna gidip yediğindeyse ilk başta hiçbir şey fark etmemişti. Derken yavaş yavaş diğer köpekleri etkisi alabildiğini, insan dilini anlayabildiğini fark etti. Yediği ot onu sadece ölümsüzleştirmemiş, adeta tanrısal bir güç bahşetmişti. Ölümsüz olduğunu da bir ateş yığını içerisine düştüğü halde hiç yara almadan çıkabilmesine borçluydu. Onun namını duyan Uruk Kralı, ölümsüzlüğünü görünce tanrılardan bir işaret kabul ederek köpeği yanına almıştı. İlk adını o zaman almıştı. Kalbisarru yani Köpek Kralı, böyle demişti kadim Sümerler ona.

Kalbisarru köpekler üzerinde hâkimiyet kurmaya başlamış, uzak diyarlardan çeşit çeşit köpeklere gelerek emrine girmişti. Uzun yıllar boyunca köpekler üzerinde hâkimiyet kurmuş, sahibi olan Uruk kralları misali o da köpekler arasında nam salmıştı. Ancak ne zamanki görkemli Sümer medeniyeti yıkılmaya yüz tutmuş Mısır’a kaçmıştı uyruklarıyla. Ölümsüz köpeğin namını duyan kadim Mısır firavunları onu sarayına almış, uyrukları sokak köpekleriyle birlikte orada yaşayagelmişti. Kalbisarru’nun bu göçü uyruklarını her kral gibi yaşatabilmek ve nesillerini payidar kılmaktı. Pers Orduları’nın Mısır’a girmesinin ardından köpeklere hürmet gösterdiklerinden ötürü, ahalisini toplayan Kalbisarru İran’a göç etmişti. Orada şahların, hükümdarların saraylarında yaşayıp abad olmuşken, İskender’in orduları gelende açlıktan tebaasına saldırıp yiyenler zuhur edince saltanatının tehlikeye düştüğü görüp tebaasından kurtarabildikleriyle beraber Asya bozkırlarına kaçmıştı. Asırlar boyu İpek Yolu’nun artıklarının ardından ömür sürmüştü. Bir gün Cengiz Han ortaya çıkmış, sürek avı niyetiyle bulundukları ormanı çerileriyle sarmıştı. Çemberin içerisinden bir hayvan sağ kalamamışken, bir tek o kurtulmuş, tebaasını yeniden toplamak üzere oradan kaçarak ta o dönemin İstanbul’una kadar gelmiş, oraya kurmuştu payitahtını.

Konstantinopolis, Kostantiniyye olanda Al-i Osman saltanatında en şaşaalı, en güzel asırlarını yaşamıştı tebaasıyla birlikte. Her birine yemekler dağıtılıyor, kapı önlerinde ottan samandan yatacak yerler hazırlanıyor, camii çıkışlarında bunlara mahsus yemek artıkları dağıtılıyordu. Köpeklerin her biri mahalle ve sokağı sahiplenmiş, her sokağa, mahalleye has köpek sürülerini oluşturmuştu. Hiç biri mahallesini terk etmediği gibi mahallelerine yabancı kimseleri de sokmazlardı ki her biri Kalbisarru’nun tebaasıydı. Her bir köpek kendi mahallesinde doğup büyür, insanların akıp geçtiği kalabalık caddelerde bile düşüp kalkarlarken onlara hiçbir kimse ilişmiyordu. Köpeklerin Hükümdarlığı’nda onlara kim dokunabilirdi ki?

1826 senesinde, yeniçerilerin kırılmasından sonra, şehre gelen İngiliz turistlerden birinin şikayeti üzerine, Sultan Mahmud Han köpeklerin toplanıp Hayırsızada’ya bırakılmalarını emretmişse de mahalle insanlarının köpeklerine sahip çıkıp, tepki göstermeleriyle padişah kararını geri almıştı. Uzunca bir süre zeval görmeseler de hakimiyetleri bir kez sarsılmıştı. 1865 senesinde birkaç bin köpeğin Hayırsızada’ya bırakılmasını kimse engelleyemedi. Kalbisarru tebaasının intikamı için Beyazıt semtinde büyük bir yangının çıkmasını sağlamış, ahali bunu ölüme terk edilen köpeklerin ahının neden olduğuna inanmıştı. Derken Sultan Reşad saltanatında bu kararın misli uygulanmış, seksen bin köpek sokaklardan sürüle sürüle teknelerle Hayırsızada’ya bırakılmıştı. Seneler sonra ise 1920’ye dek otuz bin köpek daha itlaf edilmişti bu yolla.

Değişen dünyada ve inşa edilen yeni bir dönemde eski şeylerle birlikte köpeklere de yer olmadığını hem Kalbisarru hem de tebaası olan köpekler yaşayarak ve itlaf edilerek öğrenmişlerdi. Kalbisarru hükmünü yitirdiğini hissediyordu. Eski görkemli günleri geride kalmıştı. İnsanların hakimiyetini ensesinde hissediyordu ve biliyordu ki kurtuluş yoktu. Yenileceğini bile bile son ölüm kalım savaşlarını verecekti. İstanbul çok ölüm kalım savaşı görmüştü. Tarih Bizans kuşatmalarını, Sultanahmet’teki sipahi kıyımını, yeniçeri kırımını yazmıştı. Şimdi ise köpeklerin direnişine tanık olacaktı.

Kalbisarru; Ölümsüz Köpek, Köpeklerin Hükümdarı tahtında doğrularak yeri göğü inleten tüyler ürperten bir uluma koyuvermişti. Uluma sesi şehrin sokaklarından yayılıp köpeklerin kulaklarına ulaşmıştı. Kaçmakta olan köpekler hükümdarlarının çağrısıyla geri çekilmeye başlamıştı. Onun çağrısını alan her bir köpek son direnişlerini gerçekleştirmek üzere ahşap köşkün yolunu tutmuştu. Onları kovalayan kelle avcıları da adamlarıyla birlikte çepeçevre sararak sokakları onların peşlerine düşmüştü.

Köpekler ahşap evlerin olduğu yere öbek öbek doluşunca ikinci uluma gelmişti. Kalbisarru’nun emriyle sokağa dalan itlaf ekiplerine saldırmışlar, insanlarla hayvanlar arasında emsali görülmemiş kıran kırana bir savaş başlatmışlardı. Yere devirdikleri itlaf ekiplerine birbiri ardına dişlerini geçiriyorlar, zincir ve sopa darbelerine rağmen mücadeleyi bırakmıyorlardı. Ancak gelenler insandı, silahlıydı, kalabalıktı ve her birini geriletmeyi başarmışlar, bölüklerin aralarına girerek köşke kadar yaklaşmışlardı. Sağ kalabilen köpekler köşke doğru çekilirken üçüncü uluma gelmiş, köşkün kapılarından fırlayan Hükümdar’ın hasa köpekleri saldırıya geçmişti. Her biri kavgalarda pişmiş, itin kopuğun elinde ona buna caka satmaktan dolayı bıçkın, kemikli etle beslene beslene parçalamaya alışkın kallavi köpek cinsleri, itlafçıları çil yavrusu gibi dağıtmışlardı. Bu kez kaçma sırası insanlara gelmiş, birbirlerini ezerek gerisingeri betonarmelerin gölgelerine atmışlardı kendilerini. Diğer köpeklere de bir cesaret gelmiş, Hassa köpeklerinin ardından hücuma geçmişlerdi.

İtlafçılar, kelle avcıları ve kiralık psikopatlar, köpeklerle doğrudan başa çıkamayınca şeytan akıllarına rezil ve iğrenç kere iğrenç bir fikir düşürdü. Ahşap evleri yakacaklardı, böylece köpekler çemberin dışına çıkamadan yanıp kavrulacaklardı. Aynısını Belgrat Ormanı’nda, Yeni Odalar’da yapmışlardı şimdi neden yapamayacaklardı? Silahlı adamları sokağın giriş çıkışlarına koyarak ateş kusarken, zeybeklere pusu kurar gibi bidon bidon benzini evlerin arka bahçeleri üzerinden boşaltarak ateşe verdiler. Kadim binalarla birlikte asırlık ağaçlar alev aldı, köpekler ateşlerden kaçışırken menzile girenleri yağlı kurşunlar hakladı.

Karanlığın içinde gün doğmuşçasına şavkıdı alevler. İstanbul’un sokak köpekleri bire varıncaya kadar ateşler içinde kavruldu. Bir tek uluma sesi kalmayınca sokağın girişini tutan itlafçılar küle dönmekte olan ahşap mahalleyi alevlere terk ettiler. Betonarmelerin balkonlarına çıkan insanlar bu kanlı manzarayı film misali seyretmekteydiler ki birçoğu yanık et kokusundan rahatsız olarak televizyon önlerine geri döndü. Alevler dinince karınlarını leşle doldurmaya alışık leş kargaları ve lağım fareleri köpek cesetlerine üşüştükleri sıra, Kalbisarru harabelerin içinden çıktı. Ateşlerin zarar veremediği vücudunda, tek bir zayıflık emaresi yoktu. Gözlerinde gözyaşı yoktu ki herhangi bir acı hissettiği söylenemezdi. Adamlarının leşleri üzerinden kargaları ve fareleri kaçıra kaçıra terk etti mahalleyi.

Giderayak son bir uluma daha koydu. İnsanlar uykularında dehşetle ürperirken, kırımdan sağ kalabilen birkaç köpek onu bularak krallarının ardından yeraltına, lağım kanalizasyonlarına indiler. Kalbisarru artık elinden nicedir ekmek yediği insanoğlunun yaptıkları karşısında hiçbir sadakat borcu kalmadığını görerek uyruklarıyla birlikte, İstanbul’un dağları sayılan dehlizlere ve tünellere sığınmıştı. Kurt bunalınca ovaya iner, kul bunalınca dağa çıkar misali bu kuşatmadan sağ kalabilen köpekler şehrin dehlizlerine ve kanalizasyonlarına sığınmışlardı.

Her biri lağım fareleriyle beslenirken, bulduğu bir Bizans mahzeninin kırık lahdini taht bellemiş Kalbisarru, orada kaldığı süre içerisinde uyruklarını yeniden toplamaya başlamıştı. İnsanlara saldırarak onların leşlerini çekiştire çekiştire yiyecekleri zamanı beklemeye koyulmuştu. İlk önce evsizlerden ve savunmasız çocuklardan başlamışlardı. Saldırıyorlar, parçalıyorlar ve öldürdükten sonra lağımlara geri kaçıyorlardı. Sokaklarda köpek göremeyen itlafçılar çaresizdi. 

Bir gün ötekilere sıra gelinceye kadar böyle yaşayacaklardı. Kalbisarru’nun elinde zamandan bol ne vardı ki? Onlardan soncusuna diş geçirene dek gölgelerde yaşadı ve kana susamış köpek sürülerine hükmedecekti. Arada adamlarının başında sokaklara çıkacak ve korkunç ulumalarıyla insanların kabuslarına dahi girmeye muvaffak olacaktı.

SON

Mehmet Berk Yaltırık

20 Kasım 2012 – İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder