(Celalileri
Kırdırmak, Gölge E-Dergi, 61.Sayı, Ekim 2012, s. 68 – 73.)
Raviyân-ı ahbar ve
nakilân-ı âsara göre, yeniçeri isyanlarının pek sık olup tahta çıkarılıp
indirilen hanedan azasının haddinin hesabının olmadığı dönemde, Memalik-i
İslam’ın başına Sultan Ragıp Han geçmiş idi. Sultan Ragıp, pek kısa süre tahtta
oturduğu için ne sarayın döşeklerine kurulmuş vakanüvisler, ne ömürlerini
kitaplar arasında çürütmüş müverrihler, ne de bir cümle kıssahan ve meddah onun
adını tarihe yazmaya lüzum görmemiş idi. Çetelesini tutmaya ne hazine
defterdarlarının hesabı ne de bıyığı balta kesmez ocak ağalarının izanı
yetmediğinden nedeni ve ismi bilinmeyen bir isyan sonucunda, sarayın unutulmuş
dehlizlerinden birindeki kafesinden çıkartılan Şehzade Ragıp, hem tatlı
huyludur hem de yönetilmeye, oynatılmaya müsaittir diye hem harem ağalarının
hem de ocak ağalarının mutabakatıyla tahta geçirilmişti.
Sultan Ragıp Han, her ne kadar karakter olarak yumuşak
huylu olsa ve ömrünü bir gece odasından içeriye süzülüp kendisini boğacak olan
dilsiz bostancılarının kemendinden korkarak geçirmekten dolayı sinirleri pek
bir yıpranmış olsa da ömrünü siyasiye ve askeriye ilimleriyle geçirmekten
mütevellit belli bir fikri ve saltanat fıtratı mevcut bir hükümdardı. Üstelik
geldiği soyun ve atalarının ihtişamını kah kıraat edip kah kıssahanlardan
dinlediği için kendinde o istidayı görmese bile namlı bir padişah olacağına
dair içten içe bir temenni mevcut idi. Harem ağalarının fitnekârlığı ile ocak
ağalarının madrabazlıklarını da biliyor, bir gece kendisini yaka paça tahta
çıkardıkları gibi yine bir gece ulufe darlığını ve sair meseleleri bahane
ederek yaka paça tahttan alaşağı edip boğdurabileceklerini de tahmin ediyordu.
Saltanatını korumak ve memleketini abad etmek isteyen Sultan
Ragıp, tebdili kıyafet sokağa karışarak ahalisinin dertlerini öğrenmeye
niyetlendi. Paşa sancaklarından ve dahi çiftliklerinden yüz bulamayıp iş
bulurum diye şehre düşen Rumeli çıtaklarının kılığına bürünerek sarayın gizli
kapılarından çıkıp hamal kahvelerinden bekar odalarına Dersaadet’i dolaştı.
Yeniçeri haytalarının melanetlik ve nusuhet okunan nursuz sıfatlarına maruz
kalıp yeniçeri kahvelerini, memleketlerindeki kan davalarını ve vuruşmalarını
anlatıp bir nice korsanlık hikayesi anlatan kadırgacı ve kayıkçı taifesiyle
dolu rıhtım kahvelerini, katil suratlı ve eşkıya yaratılışlı gaddarlarla oğlan
ve avret düşkünü zemparelerle gulamparelerin yatıp kalktığı bekar odalarını,
gedikli ve koltuk meyhanelerini, yanı yöresi başıbozuk dolu gizliden gizliye
kırbadan rakı satar seyyar meyhaneleri, önünde yöresinde gelene geçene işve-ü
naz yapan kevaşelerin durup rıhtım taifesinin önlerinden çadır kurup gece
gündüz bekleştiği umumhanelere dek gezdi dolaştı. Kah cami şadırvanlarındaki
konuşmalara kulak misafiri oldu kah gizli saklı işler çeviren koru ve mesire
aşıklarının saklı yuvalarını gezdi.
Başıbozuk ve mücerred takımından esnafa ve amele
taifesine, ümera ve ulema zümrelerine dek herkesin dilinde Anadolu’yu kasıp
kavuran, ocaklar yıkan, ahaliyi perişan edip göçe zorlayan, evsiz barksız bir
nice insanı eşkıya ve zalim eline bakmaya zorlayan Celali Kaçgunluğu var idi.
Ardına peşine taktığı çalıkakıcı ve kemikçi taifesiyle soyguna vurguna alışmış
bir nice sipahiden, dağları mesken tutmuş kanlı çetelerden, şehirleri dahi
vuran beli bıçaklı suhte-medrese takımından bahsediliyordu. Gözünü kan bürümüş
ırz ve namus yoksunu gafillerin elinde kasık mancığı olmuş avretlerle
oğlanların aklibetleri, köşklerinden konaklarından kaldırılan gelinlerin hikâyeleriyle
ahali adeta ağlamalı temaşa seyreder gibi eşkıyaların haydutların yaptıklarını
dinlemekteydi.
Tebaasının müşkülünü gören padişah, saltanatını garanti
altına almak adına memleketi sarmış bulunan gaileyi temizlemeye karar vererek,
devlet kapısında ve ricalde vazife almış büyük küçük bir nice kişiye emir
vererek, memleketin huzurunu sağlayıp Al-i Osman’ı yeniden cennetmekân Sultan
Kanuni Han devrine geri götürebilecek çareler sorarak her birinin birer layiha
yazması istendi. Ne tuğlu vezirler, ne emri altında sayısız kapu bulunan
paşalar, ne kapı bekler kethüdalar ne harem ağası ne yeniçeri ağası bu
vazifeden ayrı tutulmadan her birisine Celali gailesine dair birer kurtuluş
layihası yazmaları emredildi.
Bir
nice isyandan ötürü her biri kendince mimli ocak ve harem ağaları, ulema
ahalisi dahil toy sandıkları padişahın böylesine bir emir vermesinden şüpheye
düşerek altında bir bit yeniği arasalar da emir mucibince her biri bir layiha
yazmıştı. Padişah kendisine gönderilen layihaları okuduğunda içlerinden hiç
birinin kendisine bile hayrı dokunmayacak tiynette olduklarını görmüş. Ulemadan
birisi suhteler isyan ediyor diye medreselerin külliyen kapatılması gibi akla
hayale sığmaz bir öneri getirmişken bir başkası “medreseyi zorunlu yapıp, cümle
kızı kızanı ufak yaştan buraya alıp dinin kaidelerine göre yetiştirmeyi”
önermişti. Yeniçeri ağasına göre ise İstanbul’un sayılı kaldırım kurdu ve hayta
taifesine tımar dağıtılığ Anadolu’ya gönderilerek haydutu hayduta kırdırmak
iktiza ediyordu. Harem ağası ise isyancılara rüşvet vererek devlet tarafına
çekme taraftarıydı. Paşalardan birisi Anadolu’nun etrafına baştan başa duvar
ördürülüp göçer ve yerleşik dahil cümle ahalinin kırılmasını, böylece gailenin
kökten çözüleceğini savunurken bir diğeri Anadolu’ya gönderilen tahıl ve
gıdanın zehirlenerek oradaki haydut taifesinin bire kadar kırılmasını savunuyordu.
Hangi akla uyup yazdığı bilinmez paşalardan birisi de Rumelinden ne kadar cadı
ve hortlak taifesi var ise bir şekilde tutup bağlanıp Anadolu cihetine
salınmaları gibi abuk bir layiha yazmıştı ki padişahın emriyle makamından
alınıp Cibali Bimarhanesi’ne kapatıldı.
Tüm
bu rical arasında layiha yazmamış tek kişi vardı ki bu şahıs İskelet Osman
Paşa’dan başkası değildi. Memalik-i Osmaniyye’nin namazında niyazında
kullarından madrabaz ve dahi kumarbaz taifesine dek her bir insanın gözünde pek
makbul bir adam değildi. Paşalığı rüşvet ve adam sindirmeyle dedesinden
babasından bir şekilde intikal etmiş bir serdengeçti iken kendi paşalığa dek
çıkmıştı. Kahveden afyona bir nice keyif verici maddenin müptelası olan bu
şahıs, Keş Osman Paşa olarak anılırken gün gelmiş Yemen’den ve Hint’ten
getirdiği bir nice ecnas-ı duhan yüzünden kara kuru bir hale gelince İskelet
namı ile anılır olmuştu.
Kendisi
gibi ömrünü batakhanelerde, afyon tekkelerinde çürütmüş müptelaların aksine
miskin ve uyuşuk bir zihinden ziyade alelade bir insana göre oldukça zeki ve
fevkalbeşer addedilen bir yeteneğe sahip bu şahıs kah sohbet meclislerinde kah
oturak alemlerinde öyle sözler söyler öyle yakıştırmalarda bulunurdu ki diyar-ı
küfrün cümle feylesofu bir araya gelse onun cümlelerindeki hikmetin zerresine
dahi akıl sır erdiremezlerdi. Gerçi ne söylediğini de bilemezlerdi ya kerameti
kendinden menkul, dünyaya işret ve sefa sürmeye gelmiş sayısız ehl-i keyften
biriydi.
Padişah,
açıkçası ömrünü zevk-ü sefayla geçirip din-ü devlet yararına bir faidesi
olmayıp işret meclislerinin aranan yüzlerinden biri olmak dışında da bir
vasfını görmediği bu paşa bozuntusundan layiha gelse ziyadesiyle şaşırırdı.
Ancak bunun yerine Acem divan üstadlarına akçe döktürüp binbir çeşit süslü ve
zarif kelimelerle yazılmış bir name gönderip, müsait bir zamanda padişahın
huzuruna çıkmayı arz etmesi sultanı düşüncelere gark etmişti. Sultan Ragıp Han,
böylesine tumturaklı bir name ile istenen arz izninin muhakkak sadrazamdan bile
gizli tutulması gereken mühim bir hal ile alakalı olduğunu az çok anlamıştı.
Sultan
Ragıp Han’ın verdiği destur üzerine kısa sürede İskelet Osman Paşa arz odasına
teşrif etmiş, zayıflığı nedeniyle üzerindeki giysilerin adeta tahta üzerinde
sallanmasına benzeyip bostan korkuluğunu andıran bu adam, altları morarmış
çukura kaçan gözleri ve ziyadesiyle sivri bıyıklarıyla ilk bakışta insanda
ipiyle kuyuya inilmez bir tedai uyandırıyordu. Huzur-ı padişahiye çıkarken
yanındaki devasa bir Habeşlinin getirdiği bir tepsi dolusu lati lokum, şerbet
ve dahi Frenk illerinde nam salmaya başlamış kakao nam nev zuhur bir yemişten
yapılma İspanyol keferesinin “Çokolat” dediği dumanı üstünde tüter çömlekte
getirilmiş bir cins içecek, akide şekeri gibi çeşit çeşit hediyeyi Sultan’a
hediye olarak arz odasının girişinde bıraktıktan sonra el etek öperek sultanın
ayaklarına kapandı.
Sultan
Ragıp Han konuşmasına destur verince saltanata övgü ve diğer devlet ricaline
sövgüden oluşan görece kısa bir girizgahın ardından padişahın memleket
meselelerini çözmesinde ve Celali gailesini bitirebilmesinde yardımı
dokunabilecek yegane çözümün kendisinde olduğunu iddia ediyordu. Emr olunan
layihayı diğerleri gibi yazarak hazırlamamıştı. Faydasız ve rind olmasına
rağmen feylesof kere feylesof olduğu herkesçe bilinen bir zat olduğundan, diğer
layihalardan da pek bir hayır görmediğinden Sultan Ragıp Han, İskelet Osman
Paşa’nın teklifini kabul etti. Paşanın isteği, padişahın hiçbir kimseyi yanına
almadan kendisiyle birlikte gideceği yere gelmesiydi, başka da bir şey
söylemedi.
Padişah
yanına murassa hançeriyle, kabzası fildişinden yapılma altın savatlı kılıcını
kuşanıp, ne olur ne olmaz tanır tanımaz bir zındığın gadrına uğramamak için
altın mühr-i padişahiyi ve dahi gümüşten yapılma murassa saltanat yüzüğünü de
alıp yanına ne baltacı ne yeniçeri almadan İskelet Osman Paşa’nın ardında
takılarak akşamın alacasında Dersaadet’in keşmekeşine karıştılar.
İskelet
Osman Paşa ile padişah, Sarayburnu’nu civarında bir kayığa binerek Galata
tarafına geçtiklerinde sultanın o durumun şaşkınlığı ile laf söz çıkarmasın
diye kayıkçıya verdiği bir kese altın ile torunlarına dek ailece ihya oldukları
söylenir. Galata’nın Domuzkapısı’ndaki Hamr Eminliğine bağlı, sayısı 1000’den
fazla olan Kostantiniyye meyhanelerinden olup, 200 adedinin Galata’da bulunduğu
meyhanelerden biri olan Taşmerdiven Meyhanesi’ne geldiler. Başı cavlak ayağı
çıplak naralar atan sarhoşların, akranlarıyla kavga eder yeniçeri haytalarının,
günlerini kurtarmak gayesiyle gelene geçene işve eden fahişelerin arasından
geçip Dersaadet’in en namlı meyhanelerine girer girmez padişah bilmez kul
tanımaz taifesinden olma sarhoşlar zengin tüccardan birinin geldiğine hükmederek
gelenlere hiç bakmayıp alemlerine devam ettiler. Açılır kapanır rahlelere
konmuş sinilerin üstünde sayısız mezeler, test testi şarap ve arada birkaç
rakı, sinilerle tezgah arasında mekik dokuyan her biri ayağına tez saki
oğlanlar herhangi bir meyhaneden farksızdı. Mermer tezgahın başında her daim
işine bakan meyhaneci Yahudilerden Yasef, sürekli müşterilerinden olduğu
anlaşılan İskelet Osman Paşa’yı görür görmez adeta yuva bellediği tezgahın
başından kalkarak el etek öperek paşayı karşıladı. Paşayla aralarında fısıltılı
bir konuşma geçtikten sonra onları mezelerin hazırlandığı matbah kısmına buyur
etti.
Paşa
ile sultan, namlı mezecilerden Onnik’in ve yamaklarının karınca gibi çalıştığı
matbaha girdikten sonra taş merdivenler üzerinden şarapların ve birkaç kırba
rakının saklandığı mahzene indiler. Koca koca fıçı dizilerinin arasında bir
duvarın önüne gelen İskelet Osman Paşa, kapı çalar gibi duvarı birkaç kere
yumrukladı. Duvar gibi görünen o kısmın bir anda kapı gibi açıldığını ve meşale
alevinin nursuz yüzünde parladığı dev gibi bir zorbanın kendilerine baktığını
gördüler. İskelet Osman Paşa’yı gören palabıyıklı zorba elini göğsüne koyup
paşayı selamladıktan sonra içeriye buyur etti. Bir başka merdivenlerden genişçe
bir salona indiler ki meşalelerle aydınlanan bu yerde sürüsüne bereket kumarbaz
ve madrabaz, kağıt oyunlarından barbuta bir nice hileli hurdalı işle
hünerlerini icra etmekte, bıçağına güvenen sayılı zorbalarda orada burada hır
çıkarabilecek kumarbazlardan en ufak bir kıpırtı beklemekteydiler. Buranın
dibindeki ufak bir kapının önüne giden İskelet Osman Paşa kapıyı yumrukladıktan
sonra kapıyı tıpkı paşa gibi gözlerinin artı kararmış ince görünümlü bir adamın
açtığını gördüler. Paşayı tanıyıp içeriye buyur etmesinin ardından sanki yerin
yedi kat altına iner gibi döner merdivenlerle sayısız kez döne döne bir başka
dehlize indiklerinde burasının tepesindeki dumanların bulut misali asılı
olduğu, şarap ve rakı ile de kafaların bir hoş olduğu gizli bir afyon tekkesine
geldiler.
Her
biri hayat gailesinden koparak gri bir düşler ecesinin koynuna bırakmış sayısız
keş, gelenleri kendi kafalarının mahsulü esatiri bir hayalet addederek kaile
almadılar. Bu tür şeylere alışık olmayan sultan, nargilelerden gelen afyon
dumanlarından ötürü sersemler gibi olduğu sıra İskelet Osman Paşa tarafından
bir başka dehliz yoluna götürüldü. Kapısında birkaç silahlı zebellah misali
kimselerin beklediği kalın demirden bir kapıdan geçip daha geniş bir salona
girdiler. Duvarları süslü kumaşlarla örülü, kuş tüyünden şilteler üzerinde
uzanarak Hint elinin kıymetli otlarının tesiriyle ve dahi afyonlu şarap ile her
biri hülyalar alemine dalmış insanlar ve onlara hizmet eden birbirinden güzel
kızlar vardı. Sultan Ragıp Han bunlardan bazılarının kendi ricali arasından
olan kimseler olduğunu görerek şaşırmıştı. Onlar da koca padişahı karşılarında
görmelerine şaşırdılar ama afyonun tesiridir diye hiç birisi onun gerçek
olduğun düşünmeyerek alemlerine devam ettiler.
İskelet
Osman Paşa, padişahı orada bulunan şiltelerle döşenmiş bir başka odaya buyur
ederek kendisine takdim edilen nargileyi içip afyonlu şarabı sadece bu seferlik
denemesini isteyince, her ne kadar alışık olmasa da memleket için katlanmak
gerek diyerek dediğini yaptı. Tuhaf hülyaların eşliğinde şarap sunan her biri
Diyar-ı Moskof’tan ve Rutenya’dan gelme kızıl saçlı, gök gözlü, süt benizli
dilberlerin suretlerine baka baka sarhoş oldu.
İskelet
Osman Paşa, padişah ile önce havadan sudan konuştu ardından dünya meselelerine
değindi. Celalileri anlatmaya başladı, adam boğazlayanları ve ayaklanan medrese
suhtelerini, çeteleri, katledilen insanları ve dahi tecavüzleri. Ardından
bunların nasıl küçük birer çeteyken kendilerine katılanlarla ordulara denk
taraftar toplayıp Anadolu’yu haraca kestiklerinden bahsederek Sultan’a şu fikri
sundu.
Madem
ki Celaliler bir çeteden başlayıp sonradan padişah kadar güç kazanıyordu, öyleyse
padişah da tacını tahtını bırakıp, tıpkı Celaliler gibi çetesiyle işe başlayıp
günden güne büyüyecek, yakıp yıkacak, tahta geçtiğinde hem Celaliler’i kendine
bağlamış olacak hem de saltanatın yegane hakimi olacaktı. Normalde bu öneriyi
ayık kafaya dinlese İskelet Osman Paşa’yı Cibali Bimarhanesi’ne gönderecek olan
padişah, o anki kafasına esen fikirle bunu makul bularak İskelet Osman Paşa’yla
oradan ayrıldı.
Galata’daki
bir bekar odasına uğrayarak o an orada bulunan her biri işsiz güçsüz mücerred
tayfasından üç-beş kişiyi parayla tutarak bir kayığa atlayarak Anadolu’ya
geçmek için kayığı Üsküdar’dan da öteye, ta Gemlik kıyılarına dek götürmesini
emrettiler. Kayıkla denize varıp Gemlik’e gitmenin delilik olduğunu, tekne
bulmalarını söyleyince adamı döverek denize atıp Marmara Denizi’ne açıldılar.
Tam o sırada şehrin arkalarından uzaklaşmaya başladığı o anda, tekneden
anladıkları çamaşır teknesi olan çıtakların da kendilerini uyarmayışı ve paşa
ile padişahın kafalarının dumanlı oluşu nedeniyle tepelerinde patlak veren
fırtınaya aldırmayıp kayık çekmeye devam ettiler. Kuvvetli bir dalganın
ardından kayıktaki mücerredler de ayaklanınca dengelerini kaybedip kayıkla
birlikte alabora oldular.
Padişahın
yokluğu fark edilir fark edilmez önce saray ardından tüm şehir, rüşvetle
korunan saklı mekanlar dahi arandı. Kadırga limanında padişahın öldüğünü
sayıklayan bir meczubun balıkçılar tarafından bulunduğu söylentisi çıkınca
harem ağalarından ocak ağalarına bir nice rical oraya gittiğinde İskelet Osman
Paşa’yı buldular. Padişahın ve birkaç mücerredin kayıkla denize açıldıklarını,
padişahın muhtemelen öldüğünü söylemesi üzerine dumanlı kafaya yalan söyleyip
söylemediğini anlamak için 7 yaşından beridir ayık gezmeyen paşayı ayıltmak
için namlı işkembe ustası Besnik’in dükkânına götürdüler. Sarhoş ayıltmakta usta
olan Besnik, paşamızı çorba haklamaz daha esaslı bir çare gerek diyerek kendi
şahsi yapımı olan özel bir macunu verdi ki “Ölüdirilten” dedikleri macun
tesirini göstererek Osman Paşa’yı ayılttı. Yine benzeri şeyleri anlatınca bu
kez bu kazanın gerçek olduğuna hükmederek ahaliye pek bir şey sezdirmeden bir
başka şehzadeyi tahta geçirdiler, Osman da ortalığı velveleye vermesin diyerek
meczup olduğuna inandırıp malına servetine el koydurup sokaklara attılar.
İşte
biz bu hikayeyi, bu şekilde sokaklarda kalan ve bulduğu üç otuz parayı afyonlu
şaraba veren, talihsiz Galata sarhoşlarından biri olan İskelet Osman’ın
ağzından dinledik. Doğruluğunun yanlışlığının vebali, bu garibanın boynunadır
vallahülazim.
SON
Mehmet
Berk Yaltırık
10
Eylül 2012 – İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder