(“Hile-i
Siyaset“, Gölge E-Dergi, 80. Sayı, Mayıs 2014, s. 9-12)
Fırka reisi, Taşkasap’ta fırkanın gayri resmi
dairesi sayılan “nohut oda bakla sofa” evinin cumba kısmına çökmüş yağmur
damlaları arasında sokağı görmeye çalışmaktaydı. Sinirinden bıyıklarını bura
bura bir hal olmuş, adeta bıyığı yeni terleyen delikanlılara dönmüştü. “Ah
İsfendiyar! Ah sersem İsfendiyar! Uyar mısın tulumbacı kopuğun aklına! Şu
halimize bak! Evde kalmış avretler gibi bohçacı, kurşuncu yolu gözler olduk!”
Meşrutiyetin ilanının ardından 1908 intihabadının
(seçimlerinin) fırtınasının estiği günlerdi. Bir anda herkes fırka, mebus gibi
kavramlarla yeniden haşır neşir olmuş, kendi fikrince bir fırkaya savrulmuştu.
İşte onlardan biri de “Bize de bir pay düşer mi?” düşüncesiyle kendi
fırkalarını kuran ihtiyar kabadayılardan ve tulumbacılardan müteşekkil “Racon-ı
Osmaniyye Fırkası”ydı. Sultan Hamid devrinde Sayılı Fırtınalar’dan
Üsküdarlılara ne kadar nam salmış, hır çıkarmış kabadayı, külhanbeyi varsa:
“Sultan Abdülhamid’e komitacı zoruyla hürriyet ilan ettirdiler, bu vakitten
sonra bize de rahat bırakmazlar” diyerek apar topar kendi fırkalarını
kurmuşlardı. Tophane ve Kasımpaşa’dan, hatta Beyoğlu’nun gayrimüslim
kabadayılarından, kimseleri de yanlarına çekmişlerdi ki Aksaray ve Üsküdar’ın
kabadayılarıyla eskilerden beri çekişmeleri dillere destandı. Her ne kadar pek
az bir kısmı okuryazar olsa da seçimlerden hezimetle çıkacaklarını
biliyorlardı. Neticede inhitabat esnasında sandıkların başına dikilen
Balkanlardan getirdikleri eli tüfekli komitacı taifesine karşı mukabele
edemeyecekleri aşikârdı.
İşte bu nedenle “Bir mebus da çıkarsak kârdır!”
diyerekten umutsuz bir mücadeleye girişmişlerdi. O kadar umutsuzlardı ki
fırkanın tulumbacılar kısmından Öcü Selim’in akıllara zarar komiklikteki
fikrini kabul etmişlerdi.
Öcü Selim, merhum
Kör Emin’in kahvesinde yaptıkları bir konuşmada sandalye üzerine çıkıp: “Muhterem
ağalar! İntihabattan mebus falan çıkarmazlar bize! Rumelinin komitacısına
sandık başında pek ses de çıkaramayız! Her şeye rağmen yapabileceğimiz yegâne
mavra kaldı. İntihabatta hile karıştırmak! Harpte hile olur da seçimlerde olmaz
mı? Bu komitacı sürüsü telgrafhane önünde iki kurşun sıktı diye hürriyet
getirmediler mi başımıza?” diye figan etmişti. Mütekaid (emekli) kabadayılardan
biri: “Sus ulan! Jurnalleyen biri çıkar şimdi, başımıza iş açacaksın!” diye
karşılık vermişse de: “Bizim devrimiz geçti birader, korkma!” diyerek evvelden
Fehim Paşa’nın fedailiğini yapmış birkaç jurnalci külhani, ihtiyar kabadayıyı
teskin etmişti. Öcü Selim’in lakabı suratını kömüre bulayıp mezarlık yollarında
insanları korkutarak zorla soymasından ileri geldiğinden birkaç yeniyetme külhanbeyi
de: “İn ulan aşağıya hortlak bozuntusu! Babıali’ye mebus sokmak, hile-i siyaset
yapmak sana mı kaldı karakoncolos kılıklı it!” diyerek alaşağı edilmeye
çalışılmışsa da o bunlara kulak asmayarak sözlerine devam etmişti: “Benim
zanaatım öcülüktür! İstanbul’un cümle kurşuncusunu, üfürükçüsünü tanırım.
Birinden biri bize fayda getirir elbet! İki gün sonra fırkamızın muhterem
reisinin evinde benden haber bekleyin!” diyerek ortalıktan kaybolmuştu.
İşte intihabata birkaç gün kala,
fırka reisinin evinde bekleyen fırkanın gediklileri çaresizlikten Öcü Selim’in
yolunu gözlemektelerdi. Sabahtan Tazı Fikret’le haber gönderip: “Bize büyük
yardımı olacak birini buldum. Padişah sofrası hazır edip, birkaç kese altını da
hazır edin. Akşama ağır bir konukla geleceğim!” deyince hazırlıklara başlamış,
akşam olmadan bir tamam hem yemekleri hem altınları denkleştirmişlerdi. Birkaç
kabadayı: “Ulan umacı kılıklının getirdiği konuktan ne olacak? Görüp
görebileceği en ağır misafir ya Mezarcı Mahmut ya da Nebbaş Faik’tir!” diye
muhalefet ettiyse de onlara kulak asan olmamıştı. O çaresizlikte her hıyarım
var diyene elde tuz koşacak raddedelerdi.
Fırka reisi yeniden cumbanın
penceresine dönünce korkuyla: “Tövbe bismillah! Hele gelene bakın! Öcü Selim’in
ardından gelene bakın!” diye kendi kendine söylendi. Pencerelere üşüşen
kabadayı ve tulumbacılar ilkin havanın karaltısından hiçbir şey görememişlerdi.
Ancak bir vakit sonra eve yaklaşan Öcü Selim’i ve arkasından yürüyen heyulayı
fark etmişlerdi. İki metreyi aşkın boyuyla cüppesine sarılmış, başına kocaman
bir sarık dolamış Ahu Baba suretinde Gul-i Beyabani suretinde uzun sakallı bir
adam sallana sallana yürümekteydi. Kabadayılardan biri sormuştu: “Allahım
aklıma mukayyet ol! Bu mezarlık kuşu gör ki hangi heyulayı peşine takıp getirdi!
Baykuşlarla, karakoncoloslarla ahbaplık eder bu mezarcı gör ki hangi ahbabını
peşine takıp getirdi!”
Her biri korkularından aşağıya inip
yumruklanan sokak kapısını açtıklarında o uzun boylu, sarıklı adamı daha
yakından görmüşlerdi. İfadesiz yüzünden, fersiz gözünden ürküp hürmet
göstermişler, sofranın kurulacağı sofaya çıkarıp sadrazam paşaymışçasına
karşısında el pençe divan durmuşlardı. Adam besmeleyle yemeklere taam ederken
Öcü Selim de kim olduğunu takdim etmişti: “Çoğunuz belki adını duymuşsunuzdur.
Suret-i Ejderî Battal Baba derler! Seçimi nasıl kazanacağımızı bana anlattı,
aklıma yattı. Size de münasip gelecektir!” Battal Baba bir yandan zeytinyağlı
dolmaları yalayıp yutarken diğer yandan intihabatı nasıl kazanacaklarını
anlatıyordu: “Şimdi bu meclise mebus sokmak için, padişahımızın her kulu rey
verecekse ve padişahımız İslam mülkünün halifesiyse… Şu halde Dersaadet’de ve
mülkü Osmani’de bulunan her kafir ve Müslüman rey verecekse… Kendi cemaatleri
olan cinler periler niye rey vermesin? Bana verdiğiniz bu altınlarla gider
soğan kabuğu alırım. Alırım da Dersaadet’in iyi saatte olsunlarının beylerinin
paşalarının katına varırım. Varırım da bu sizin fırkaya rey versinler derim!
Öbür fırkanın gavur mukallidi azaları nereden bilecek?”
Her ne kadar Battal Baba’nın
Sulukule ağzı konuşması tuhaflarına gitse de bu adamcağızın görünüşünün
tesirinde kalarak fikre ikna olmuşlardı. Altın keselerini gönül rahatlığıyla
teslim ettikten sonra Battal Baba ile Öcü Selim’i uğurladılar.
Seçimler yapıldığında keyiflerine
diyecek yoktu ancak mebus seçimi tamamen bitip bir mebus dahi
çıkartamadıklarını öğrenince perişan olmuşlardı. Dahası ne Öcü’den ne de Battal
Baba’dan bir ses seda çıkmamıştı. Bir ay kadar sonra fırkaya girip çıkan
külhanbeylerinden biri Öcü’yü Ahırkapı taraflarında mimli bir eve girip
çıkarken gördüğünü jurnalleyince her biri silahlanıp Ahırkapı’daki malum evi
basmaya gitmişlerdi. Battal ile Öcü’yü çilingir sofrası başında yakalayınca
döve pataklaya dışarı çıkarmışlardı. Öcü Selim yemin billah ediyordu: “Vallahi
de gittik perilerin paşasına beyine… Olur dediler. Neticeye biz de üzüldük…”
Battal’da aynı nağmeyi farklı makamdan okuyordu: “Komitacı gavuru boş durmamış.
Balkandan ne kadar cazusu koncolosu varsa toplayıp getirmişler. Hile
yapmışlardır vallahi!” O koca boyuna rağmen para kaybetmiş külhanbeylerinden
dayak üstüne dayak yiyordu. Öcü bir ara: “Vurmayın adama! Morali bozulmasa
içmezdi! O bile perişan!” deyince daha fena kötek yemeye başladılar.
O sırada kıyıda vuku bulan bir durum
dikkatlerini çekti. Bazı adamlar denize çuvallar dolusu soğan kabukları
döküyorlardı. Adamlara ne yaptıklarını sorduklarında bir hayli şaşırmışlardı.
Bunların her biri farklı sandıklardan çıkma soğan kabuklarıydı. Açtıkları her
sandığı sayarken birden bire farklı farklı sandıklarda peyda olmuşlardı. Duayla
açtıkları her sandıktan soğan kabukları adeta fışkırmıştı…
SON
Mehmet
Berk Yaltırık
6
Nisan 2014 – İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder