25 Temmuz 2014 Cuma

Gerçekliğin Cinneti

(Gerçekliğin Cinneti, Gölge E-Dergi, 58.Sayı, Temmuz 2012, s. 05 – 06.)

            Köroğlu, gözlerini açtığında kendini kayaların üzerinde dağ başında değil, sıkı sıkıya kapalı perdelerin arasından gün ışığının sızdığı bir odanın içinde bulmuştu. İlk yaptığı şey vücudunu yoklamak oldu, yaralanmamıştı. Yatağın üzerinde doğrularak etrafına bakındı. Gözlerine oldukça yabancı gelen bir yerde uyanmıştı. Etrafında oldukça yabancı eşyalar ve raflar duruyordu. Büyükçe bir masanın üzeri sayısız kitap ve kağıtlarla doluydu. Duvarda üzerlerine suret nakşedilmiş tuhaf putlar, resimler vardı. Tepeden mumları olmayan bir avizenin sarktığını gördü. Gayrimüslim evlerinden birinde olduğuna hükmederek odanın pencerelerinden birine yöneldi.

            Camı açtığında deliliği gördü. Çamlıbel Kalesi’nden bile yüksekteydi. Yüksek yüksek binalar, bey konaklarının bile yücesinde sırça camdan köşkler yükselmekteydi. Sayısız insan bir o yana bir bu yana sıçan sürüleri misali koşturuyordu. Atları olmadığı halde gürültüler ve dumanlar çıkararak ilerleyen demirden zırhlı arabalar vardı. Sanki kendisini yutacak gibi görünen koca bir şehrin, muazzam bir keşmekeşin tam ortasındaydı.

            Hangi cadının efsunu ya da hangi büyü onu bu şeytanlar diyarına sürüklemişti. Neredeydi? Tüfengin icat olunduğu kafir ellerine mi gelmişti? Kara kanatlı ifritler mi sürüklemişti kendisini bu yana? Daha ilk bakışta kendisine büyüklüğünü kanıtlamak isteyen, kabul ettirmek isteyen şeytani bir şehirle yüz yüzeydi. Daha önce böyle bir şey yaşamamıştı. Dağlarda yaşamaya alışmış, kale harabelerinde sayısız yıldız ışığının şenliğinde çengiler oynatmış, ağaç dallarına kapu halkıyla birlikte sayısız bey ve paşayı asmış, bir nice konağı ve şehri yakmış, ordular dağıtmış, prensesler kraliçeler kaçırmış Köroğlu’ydu. Ömrü hayatında kimseyle uyuşamamış, elin düzenine uymaktansa el’i kendi düzenine uydurmuştu. İster büyülenmiş ister tılsım olsun, cadı kısmından bile korkmayarak üzerine yürüyecek Köroğlu’na çatmanın bedelini ödeyeceklerdi. Kaf dağının ardındaki peri saraylarını çokça duymuştu, ilk iş burada da kılıcıyla peri beylerinin ardına düşüp kendisine yaptıklarının hesabını sormak olacaktı.

            Kaldığı odanın kapısı vurulduğunda ilk yaptığı şey etrafına bakınıp silahlarını aramasıydı. Odanın kapısını açtığında içeride birkaç kapı daha olduğunu gördü, bir kervansarayda kaldığına hükmetti. Odalardan birinde duran matbah sahanının üzerinde duran koca bir et satırı görünce silahtan sayılır diyerek eline aldı. Kapıyı açtığında karşısında acayip giysili bir adamın dikildiğini gördü. Kendisinden oturduğu yer karşılığı para istediğini söylüyordu. Lanetli şehrin gelir gelmez kendisinden baç istediğini gören Köroğlu öfkeden köpürerek elinde satırla adamın üzerine yürüdü. Çığlık seslerine aldırmadan adam kanlar içinde merdivenlere yuvarlarken etrafında başka kapıların ve merdivenlerin olduğunu gördü. Bu ne tür bir şeytanlıktı? Bu delirtici tılsımın bir an önce son bulması için buranın periler padişahının oturduğunu düşündüğü sırça camdan dev köşkü basmaya karar verdi.

            Dışarıya çıktığında insanlar korkuyla çığlık çığlığa eli satırlı, kanlar içerisindeki bu adamdan kaçıyorlar, onların bu hali Köroğlu’na daha fazla cesaret veriyordu. Sırça camlı devasa köşkün kapılarına dayandığında siyah giysili birkaç adamın üzerine geldiğini gördü. Ellerinde demirden yapılma ufak borular taşıyorlardı. Aklına tüfenkendaz askerlerin taşıdığı ağızdan dolma piştovlar geldi.

            Geri çekileceği sırada vücuduna saplanan kurşunlarla birlikte cansız bir şekilde yere yıkıldı. Ertesi gün gazetelerde başlık atılmıştı: “Genç tarih öğrencisi parasızlıktan cinnet geçirerek elinde satırla ev sahibini öldürdükten sonra insanlara saldırdı. ……Plaza’nın güvenlikleri tarafından etkisiz hale getirildi…”

            İlk cinnet haberi olmayacaktı.

            Şehrin ve düzenin kaosa döndüğü o ezici ve tuhaf zamanlarda, tesadüfün bir araya getirdiği evlerde sayısız Çakırcalı Mehmet Efe, Köroğlu ve bir nice tarihsel figür uyanıyordu. Kimisini elinde kılıçla sokakta etkisi hale getirirken kiminde tüfekli bir deli sayısız müsademenin ardından şehrin çatılarında ele geçiriliyordu. Her birinin ortak noktası dev camlı plazaya saldırmalarıydı.

            İlk elden yapılan araştırmalara göre müspet vakalardı. Zincirleme cinayet vakası, cinnet, bilgisayar oyunlarından etkilenme, stres gibi konulara bağlanıyordu. Bir sabah uyandıklarında bütün şehrin kılıçlarla, tüfeklerle silahlanıp plazaların kapılarına yığıldıklarını gördüler. Kafalarında eski zaman başlıkları, börkleri vardı. Bazısı Sanayi’de nasıl yaptırdıkları bilinmeyen toplarla mimari yoksunu apartmanları topa tutuyordu.

            Toplu cinnetler bireysel cinnet geçirenlerin yaptıklarının gölgesinde kalmaya başlamıştı. Birbirlerinin kanını emen ve sadece gece yaşayan tuhaf insanlar türemişti. Mezarlıktan çaldıkları cesetler ya da kaçırdıkları insanlara deney yapan deliler vardı. Dolunaylı havada uluyanları, toplu halde gezip kıstırdıkları kurbanlarının çiğ çiğ beynini yiyenler vardı.

                Tuhaflıklar bitmek bilmiyordu.

       Gerçek manada garip şeyler gördüğünü söyleyenler vardı. Sağda solda hayalet gördüklerini söyleyenler türemişti. Perili evler yüzünden ev kiraları düşmüştü. Bazı köylerde hortlayan ölüler nedeniyle devlet sağa sola “cadıcılık” sertifikası dağıtmaya başlamıştı. Büyücüler kaçırdıkları mankenleri büyük plazalara hapsederek devletlere ve hükümetlere meydan okuyordu. Büyük ejderhalar yeryüzünden ya da gökten gelmiş, büyük kuyumcuları, altın madenlerini yağmalayarak muazzam servetler toplamaya başlamışlardı. Sağda solda türlü çeşit yaratık görülüyor, cinler periler kurdukları ordularla insanlarla cenk ediyordu.

            Kimse bir açıklama getiremiyordu. Ne ilahiyatçılar, ne felsefeciler, ne bilim adamları ne de psikologlar mantıklı bir açıklama getirememişti. Yalnızca basit bir blog yazarı doğru bir teşhis bulabilmiş gibiydi. Gerçekliğin cinnet geçirdiğinden bahsediyordu. Birçok laboratuvarda, tartışma salonunda tartışılmış, araştırılmıştı konu ancak durumu teşhis edebildikleri halde ne yapabileceklerini bilmiyorlardı.

            Somut gibi görünen soyut bir kavram cinnet geçirirse ne yapılabilirdi ki?

            Çıkış yolu bulamayan hükümetler ve güç odakları duruma boyun eğmekten başka çıkar yol göremediler. Yeni sistemi kuracaklar, onu dönüştürerek ayakta kalmaya çalışacaklardı.

            Cinnetin şafağında yeni bir düzenin, yeni bir medeniyetin temellerini ejderhalar ve büyücülerin eşliğinde atmaya başlıyorlardı…


SON
Mehmet Berk Yaltırık
24 Haziran 2012 – Edirne
             



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder