(Romalı
Kallisto, Gölge E-Dergi, Bir Cinayet Tanığı-Özel Öykü Sayısı, Mart 2014, s.
75-78)
Geniş
caddelerden aşıp puslu sokaklara sapan araba sallana sallana menziline doğru
ilerlemekteydi. Şoför havadaki yoğun gaz kokusu genzini yakınca: “Yine ortalığı karıştırmışlar!” diye
kendi kendine söylendi. Frenk mimarlarının ve zanaatkarlarının ellerinden çıkma
afili taş binaların eteklerinden sıyrılıp geçerken araba farlarının menzilinde
gördüğü şey karşısında içi gıcıklandı. Mermer beyazlığında bacaklar, gece kadar
siyah saçlar ve tuhaf bakışlar… Üzerindeki kıyafetlerden pek de tekin olmayan
bir meslekle iştigal ettiğini düşündüğü bir kadın karanlık sokağın ortasında
tek başına dikilmekteydi.
Arabanın frenlerine asılıp kadının
bir-iki metre kadar uzağında durup hafif geri aldığında sağındaki kapının camını
indirmeden kadına baktı. Kadın sorgusuz sualsiz kapıyı açıp arabanın ön
koltuğuna oturunca aklındaki “kötü kadın” imajı perçinlendi. Arabayı kafasına
göre ıssız bir yer bulmak üzere çalıştırdığında sanki kadın beynini okumuş
gibi: “Televizyoncuların olduğu yere
çek!” diye emretti. Adam hem kadının isteğine hem de sert konuşmasına
şaşırdı. Yakınlaşma umuduyla: “Meşhur olmaya mı?” diye takıldı. Kadın ona hiç
bakmadan: “Benim için imkansız. İtiraf
etmem gereken bir şey için gidiyorum…” deyiverdi. Adam şaşkınlıkla bakmaya
devam edince küfreder gibi ekledi: “Tanık olduğum bir cinayet için…”
Adam inceden gerilmişti. “Ulan karı güzel müzel ama mafya ayağı
olmasın işin içinde?” diye içinden söylendi. Sanki bu söylediğini kadın da
duymuş gibi: “Endişelenmene gerek yok.
Sokak ortasında dövülen bir çocukla ilgili…” dedi. Adam: “Polise gidelim istersen?” diye bir
öneride bulundu çekinerekten. Kadın korkunç derecede görmüş geçirmiş birinin
yüz ifadesini takınarak: “Medya bu konuda
daha etkili…” dedi. Adama tuhaf bir ürperme gelmişti. Bir cinayete tanık
olduğu halde bu denli sakin durabilmesine şaşırıyordu. “Belki meslek hayatından ötürü aşinadır böyle kanlı mevzulara…”
diye düşündü. Bir yandan da dikkatinin elverdiği ölçüde inceden kadının endamını,
bacaklarını seyretmeye çalıştı. Kadın suratında muzip bir sırıtmayla adama
dönmeden: “Bir fahişe olduğum için bu
denli dirayetli olduğumu sanıyorsun. Erkek süprüntülerinin kahrını çekmekten
korkmayı unutmuş bir kadın…” deyince adam kadının bacaklarını seyretmekten
o anlık vazgeçti. “Herhalde ilk tanık
olduğun cinayet değildir? Hani sizin meslek biraz belalıdır ya?” diye sordu
kadına. Kadın mecrasında akan çayı dahi yoldan çıkarabilecek denli şu bir
sırıtmayla: “Tabii ki de. Ancak
mesleğimle alakalı değil, yaşımla alakalı…” diye karşılık verdi. Adam
arabaya bindiğinden beridir ilk defa kadının yüzüne dikkatlice baktı. Yaşı
geçkin olmasına rağmen oldukça dinç görünüyordu, sanki bir yaştan sonra
saatlerin gölgesinden ayrılmış gibiydi. Bakışlarında ve yüz hatlarında apayrı
bir sihir varmış gibi geldi adama, tuhaf bir etkileyiciliği vardı.
Adam kadının tuhaf etkisinden
sıyrılmak için: “Bu yollarda biraz
eskisin sanırım?” diye sordu. Kadın tuhaf bir sırıtmayla karşılık verdi: “Bilâkis en eskisi benim. Şehrin ilk
fahişelerindenim…” Bu cevap adamın daha da garibine geldi. Diğerlerinden
daha deneyimli olduğunu kastetmek için mecazen söylediğini düşündü. Gülerek: “Osmanlı’dan falan herhalde…” diyerek
kadına baktı. Kadın tüyler ürperten vakur bir edayla: “Daha da eski. Büyük Konstantin’in Atina Lupanariasından getirdiği
fahişelerdenim…” Şayet kadın daha eski demese adam Konstantin’i ekalliyetten
bir pezevenk, Atina Lupanariasını da Yunanistan’da bir gazino zannedebilirdi.
Lakin kadının “eski” diyerek bunları söylemesi, kahve definecilerinin
muhabbetlerinden kalma kulak ardı hikâyelerden mülhem bir Bizans çağrıştırması
adamı epey korkutmuştu. Kadın bunların üstüne: “O kadar asır, o kadar insan, sayısız aşk ve sayısız cinayet hangi
birini sayıp dökeyim? Şehir kuruldu kurulalı el âlemin zevk döşeklerinde düşüp
kalktığımdan çetelesini unuttum…” deyince adam, “Bu kadın delirmiş!” diye düşünerek heyecana kapıldı. Adam
korkuyordu ama kadın anlatmaya devam ediyordu:
“Taşıdığım
isimlerin, âşıklarımın, anılarımın çok azını hatırlarım. Seneler önce yıkılan
bir Roma kalıntısında kazılı bir isim görünce bunu kazıyan aşığımı ve kazıdığı
anı hatırladım. “Kallisto” diye kazımıştı. Hayal meyal hatırlıyorum, denizi
gören bir lupanarda yatıp kalkardım, kadim Roma kanunları gereği saçlarımızı
kızıla boyayıp öyle gezerdim. Neyden sonra görebildiler siyah saçlarımı…
Aldatanlar, aldatılanlar, dökülen kanlar ve su gibi akıp geçen asırlar… Değişen
kanunlar, yıkılan sütunlar, unuttuğum lisanlar…”
Adam içinden: “Bu deli karı kesin şimdi cinayete tanık oldum diye tutar Osmanlıdan
mosmanlıdan bir dalga anlatır…” diye geçirdi. Kadın anlatmaya devam
ediyordu: “Theodora vardı. Bizim
batakhaneye düşmüş güllerden… Sonradan saraya dek çıktı imparator Justinian’ın
yatağına girdi de şehrin canına okudu! Sizinkilerden Hançerli Hanım vardı
sonra, Madam Bela vardı… Hangi birini anlatayım sana? Bu kadar asırların
içinden hangi cinayetin tanıklığını üstleneyim?” Adam yine içinden: “Deli meli ama güzelini denk getirdik.
Issıza çekince işimi görür, şimdilik “he” deyip geçeyim!” diye söylendi.
Kadının sustuğu bir an adam sordu: “Madem bu kadar cinayet gördün şimdiki için
niye itiraf etme gereği duydun?” Kadının yüzünde rahatsız edici bir ifade
belirdi: “Bu öldürülen genç başkaydı…”
diye karşılık verdi. Adam alay etmeye çekine çekine sordu: “Ne yani âşık falan mıydın?” Kadın yine görmüş geçirmiş edasıyla
adama hiç bakmadan cevap verdi: “Bunca
yüzyılların yükünü çeken kalbim için aşkın bir ehemmiyeti yok. Ben daha nefes
alırken öldü, benden çok önce öldü…” Adam sordu yine: “Acıma falan mı?”
Kadın sanki bir idam mahkûmuna
ferman okur gibi soğuk bir sesle cevapladı adamı: “Vefa borcu… Ben bu şehrin en eskisiyim, bu şehrin kendisiyim. Benim
anılarımı, hatıralarımı yok edenlere karşı savaştı. Anılarımı, varlığımı hiçe
sayanları, Romalı Kallisto’nun anılarını parçalayanlara karşı mücadele etti.
Evimi tepeme yıkmak istediler. Ranta susamış bir müteahhittin adamları,
ellerinde balyozlarla gelmişler. Çocuk bunları görünce engellemeye kalktı.
“Bizans’tan kalmadır, yıkılır mı?” diye karşı çıktı. Dinlemediler. “Servet
düşmanı piç!” diyerek çocuğa kıydı dört şerefsiz, üstüne de evimi başıma
yıktılar…”
Adamın korkudan dili damağına
yapışmıştı. Kadının bahsettiği olay kendisine dehşetli bir şekilde tanıdık
geliyordu. Daha geçen gece bir eski harabeyi balyozlarla dümdüz etmişlerdi.
Kendilerine karşı çıkmaya çalışan gençten bir çocuğu da öldürüp bir kenara
atmışlardı. Bu kadın kendilerini nasıl görebilirdi? Tesadüfen başka bir olaydan
mı bahsediyordu? Kadın: “Evimi tepeme yıktınız,
bahçesindeki asırlık çınara da kıydınız!” deyince adamın boğazına adeta bir
yumru oturdu kaldı. Bu kadın bunları nasıl görmüştü?
“Nereden
gördün lan bunları?” diye haykırdı. Kadın aynı soğuk ses tonuyla karşılık
verdi: “Evimi tepeme yıktınız dedim ya.
Lahitimden çıkamadan tonlarca taş üzerime indi. Ancak bu gece çıkabildim…”
Adam arabanın frenlerine asıldı. Araba acı bir fren sesiyle cadde üzerinde
kaymaya başladı. Durduğu zaman adam kadına dönüp sordu: “Polis misin lan? Sen nereden gördün!” Tam o anda başka bir husus
dikkatini çekti. Dikiz aynasına baktığında arabada kendisinden başka kimse
olmadığını gördü. Kadına dönüp baktığında gördüğü şey karşısında korkudan
gerileyip kapıyı açmayı denedi ama başaramadı. Suratı mermer gibi soluk,
gözleri simsiyah çukur gözlü, dışarıya fırlamış sivri dişleriyle üç harfli
kılıklı bir şey karşısında oturmakta ve rahatsız edici bir sırıtmayla kendisine
bakmaktaydı.
Adam korkudan ağlayıp sızlarken ağır
ağır kapanan bir mezar lahdi misali konuştu: “Cinayet tanığı beklemediniz. Kimsenin tanık olmasını beklemediniz.
Artık duvarları yıkarken, ağaçları keserken, bina dikerken dikkat edeceksiniz!
Tabii siz de haklısınız, her yok ettiğiniz tarihi eserin altında Romadan
Bizanstan kalma bir şeylerin uyuduğunu nereden bileceksiniz? Erkeklerin
bıçakları altında can verirken bile yalvarmayan kadınlar gördü bu şehir!
Ağlayıp durma! Diğer üç arkadaşını da tek tek arabaya toplayacaksın! Beni
gördükleri zaman dayanamayacaklardır… Haydi!”
Adam korka korka cep telefonunu
çıkarıp suç ortaklarını aradı. Kadının bahsini duyan en başta “İşim gücüm var!” dese bile adamla
gelmeye ikna oldular. Arabayla merkezi bir durağın orada beklerken adamlar tek
tek düşüp arabaya girdiler. Kadını gördükçe iştahları kabarıyordu ancak şoför
koltuğunda oturan arkadaşlarının korkulu haline bir anlam veremiyorlardı. Araba
hareket etmeye başlayınca kadın: “Gençlerin
toplaştığı, medyanın olduğu şu sokağa git!” dedi. Arkada oturanlardan biri
tam: “Ne medyası lan çek tenhaya işte!”
diye gürlediği sırada kadının dikiz aynasında yansıması olmadığını fark etti.
Diğerlerine de korkuyla aynayı işaret ettiği sıra kadın simsiyah gözleri ve
soluk suratıyla arkasına dönerek tek tek ağlaşan, yalvaran adamlara baktı: “Dün
yediğiniz o haltı medyaya anlatacaksınız. Hatıralarımı, evimi nasıl yok
ettiğinizi, gencecik çocuğa nasıl kıydığınızı itiraf edeceksiniz! Kaçmaya
kalkamayacağınızı biliyorum, canınız tatlıdır!” diye tehdit ettikten sonra
şoföre gideceği yeri tekrar hatırlattı.
Sokaktaki hareketliliği ve insan
kalabalığını yararak kameraların ve ışıkların toplaştığı bir yol ayrımına
geldiler. Sanki kadın tarafından yönetilen kuklalar gibi arabadan çıkarak
kameraların önüne doğru yürüdüler. Kadın etraftakilerin şaşkın bakışlarına
aldırmadan adamlara kamera önünü gösterdi: “O kadim yapıyı nasıl yıktığınızı,
korumaya çalışan çocuğu nasıl öldürdüğünüzü, asırlık ağacı nasıl kestiğinizi
anlatın hadi! Canınızı seviyorsanız kaçmayı düşünmeyin bile!” Etraftakilerin
ıslık sesleri ve yuhalamaları altında adamlar suçlarını itiraf ederken
kameralara çıkmayı reddeden Kallisto onları seyrediyordu. Tam geri dönüp
gideceği sırada birkaç genç önüne çıkıp kendisine teşekkür etmek istediyse de
onlara engel olup: “Asıl ben teşekkür ederim. Her köşesinde bir hatıramın
olduğu bu şehri koruduğunuz için, sahip çıktığınız için…” dedi. Tam ayrılacağı
sırada gençlerden biri: “Abla bu ciğersizleri tutup getirdin. Kanun falan
mısın?” diye sordu gülerek. Kallisto muzaffer bir eda takınıp: “Ben belayım!”
diyerek kalabalığa karıştı. Ezkaza fotoğrafını görüntüsünü çekenler de kadına
rastlayamayınca izi tozu daha o andan itibaren hatırlara karıştı…
Kallisto caddeden yukarı doğru
yürürken bir anlığına kendisine hayran hayran bakan yaşlıca bir adamla göz göze
geldi. Adam kendisini bir şekilde tanımış gibi bakmaktaydı. Adama gülümseyerek
karşılık verdikten sonra kalabalığın arasında kayboldu. İhtiyar adam yanındaki
bir diğer ihtiyar arkadaşına dönüp sordu: “Ka sen de benim gördüğümü göroorsun?
Demin geçen hanımı tanımadın?” İhtiyar karşılık verdi: “Yahu Kirkor nereden
tanıyayım gencecik kızı. Kim bilir nereden?” Kirkor: “Senin yaşın ufaktır hatırlamoorsun.
Ben genç iken Kallisto diye bir afet tanımış idim. Na bu o’dur!” deyince öteki
ihtiyar güldü: “Amma yaptın ha! Ulan o zamandan bu zaman Kallisto mu kalır?”
Kirkor ısrar ediyordu: “Yahu ne diye inanmoorsun? Yemin edoorum o’dur, Kallisto
bu! Kızı olsa bu kadar benzemez, kokusu bile aynı! Beni de tanıdı, öyle baktı,
gülümsedi zo!” İhtiyar aynı gülmeyle karşılık verdi: “Aman Kirkor’cuğum ne
heyecanlanıyorsun? Bu İstanbul’un afetleri hep birbirine benzer! Say ki
Kallisto!”
SON
Mehmet
Berk Yaltırık
30
Aralık 2013 – İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder