25 Temmuz 2014 Cuma

Romalı Kallisto

(Romalı Kallisto, Gölge E-Dergi, Bir Cinayet Tanığı-Özel Öykü Sayısı, Mart 2014, s. 75-78)

          Geniş caddelerden aşıp puslu sokaklara sapan araba sallana sallana menziline doğru ilerlemekteydi. Şoför havadaki yoğun gaz kokusu genzini yakınca: “Yine ortalığı karıştırmışlar!” diye kendi kendine söylendi. Frenk mimarlarının ve zanaatkarlarının ellerinden çıkma afili taş binaların eteklerinden sıyrılıp geçerken araba farlarının menzilinde gördüğü şey karşısında içi gıcıklandı. Mermer beyazlığında bacaklar, gece kadar siyah saçlar ve tuhaf bakışlar… Üzerindeki kıyafetlerden pek de tekin olmayan bir meslekle iştigal ettiğini düşündüğü bir kadın karanlık sokağın ortasında tek başına dikilmekteydi.

            Arabanın frenlerine asılıp kadının bir-iki metre kadar uzağında durup hafif geri aldığında sağındaki kapının camını indirmeden kadına baktı. Kadın sorgusuz sualsiz kapıyı açıp arabanın ön koltuğuna oturunca aklındaki “kötü kadın” imajı perçinlendi. Arabayı kafasına göre ıssız bir yer bulmak üzere çalıştırdığında sanki kadın beynini okumuş gibi: “Televizyoncuların olduğu yere çek!” diye emretti. Adam hem kadının isteğine hem de sert konuşmasına şaşırdı. Yakınlaşma umuduyla: “Meşhur olmaya mı?” diye takıldı. Kadın ona hiç bakmadan: “Benim için imkansız. İtiraf etmem gereken bir şey için gidiyorum…” deyiverdi. Adam şaşkınlıkla bakmaya devam edince küfreder gibi ekledi: “Tanık olduğum bir cinayet için…”

            Adam inceden gerilmişti. “Ulan karı güzel müzel ama mafya ayağı olmasın işin içinde?” diye içinden söylendi. Sanki bu söylediğini kadın da duymuş gibi: “Endişelenmene gerek yok. Sokak ortasında dövülen bir çocukla ilgili…” dedi. Adam: “Polise gidelim istersen?” diye bir öneride bulundu çekinerekten. Kadın korkunç derecede görmüş geçirmiş birinin yüz ifadesini takınarak: “Medya bu konuda daha etkili…” dedi. Adama tuhaf bir ürperme gelmişti. Bir cinayete tanık olduğu halde bu denli sakin durabilmesine şaşırıyordu. “Belki meslek hayatından ötürü aşinadır böyle kanlı mevzulara…” diye düşündü. Bir yandan da dikkatinin elverdiği ölçüde inceden kadının endamını, bacaklarını seyretmeye çalıştı. Kadın suratında muzip bir sırıtmayla adama dönmeden: “Bir fahişe olduğum için bu denli dirayetli olduğumu sanıyorsun. Erkek süprüntülerinin kahrını çekmekten korkmayı unutmuş bir kadın…” deyince adam kadının bacaklarını seyretmekten o anlık vazgeçti. “Herhalde ilk tanık olduğun cinayet değildir? Hani sizin meslek biraz belalıdır ya?” diye sordu kadına. Kadın mecrasında akan çayı dahi yoldan çıkarabilecek denli şu bir sırıtmayla: “Tabii ki de. Ancak mesleğimle alakalı değil, yaşımla alakalı…” diye karşılık verdi. Adam arabaya bindiğinden beridir ilk defa kadının yüzüne dikkatlice baktı. Yaşı geçkin olmasına rağmen oldukça dinç görünüyordu, sanki bir yaştan sonra saatlerin gölgesinden ayrılmış gibiydi. Bakışlarında ve yüz hatlarında apayrı bir sihir varmış gibi geldi adama, tuhaf bir etkileyiciliği vardı.

            Adam kadının tuhaf etkisinden sıyrılmak için: “Bu yollarda biraz eskisin sanırım?” diye sordu. Kadın tuhaf bir sırıtmayla karşılık verdi: “Bilâkis en eskisi benim. Şehrin ilk fahişelerindenim…” Bu cevap adamın daha da garibine geldi. Diğerlerinden daha deneyimli olduğunu kastetmek için mecazen söylediğini düşündü. Gülerek: “Osmanlı’dan falan herhalde…” diyerek kadına baktı. Kadın tüyler ürperten vakur bir edayla: “Daha da eski. Büyük Konstantin’in Atina Lupanariasından getirdiği fahişelerdenim…” Şayet kadın daha eski demese adam Konstantin’i ekalliyetten bir pezevenk, Atina Lupanariasını da Yunanistan’da bir gazino zannedebilirdi. Lakin kadının “eski” diyerek bunları söylemesi, kahve definecilerinin muhabbetlerinden kalma kulak ardı hikâyelerden mülhem bir Bizans çağrıştırması adamı epey korkutmuştu. Kadın bunların üstüne: “O kadar asır, o kadar insan, sayısız aşk ve sayısız cinayet hangi birini sayıp dökeyim? Şehir kuruldu kurulalı el âlemin zevk döşeklerinde düşüp kalktığımdan çetelesini unuttum…” deyince adam, “Bu kadın delirmiş!” diye düşünerek heyecana kapıldı. Adam korkuyordu ama kadın anlatmaya devam ediyordu:

            “Taşıdığım isimlerin, âşıklarımın, anılarımın çok azını hatırlarım. Seneler önce yıkılan bir Roma kalıntısında kazılı bir isim görünce bunu kazıyan aşığımı ve kazıdığı anı hatırladım. “Kallisto” diye kazımıştı. Hayal meyal hatırlıyorum, denizi gören bir lupanarda yatıp kalkardım, kadim Roma kanunları gereği saçlarımızı kızıla boyayıp öyle gezerdim. Neyden sonra görebildiler siyah saçlarımı… Aldatanlar, aldatılanlar, dökülen kanlar ve su gibi akıp geçen asırlar… Değişen kanunlar, yıkılan sütunlar, unuttuğum lisanlar…”

            Adam içinden: “Bu deli karı kesin şimdi cinayete tanık oldum diye tutar Osmanlıdan mosmanlıdan bir dalga anlatır…” diye geçirdi. Kadın anlatmaya devam ediyordu: “Theodora vardı. Bizim batakhaneye düşmüş güllerden… Sonradan saraya dek çıktı imparator Justinian’ın yatağına girdi de şehrin canına okudu! Sizinkilerden Hançerli Hanım vardı sonra, Madam Bela vardı… Hangi birini anlatayım sana? Bu kadar asırların içinden hangi cinayetin tanıklığını üstleneyim?” Adam yine içinden: “Deli meli ama güzelini denk getirdik. Issıza çekince işimi görür, şimdilik “he” deyip geçeyim!” diye söylendi.

            Kadının sustuğu bir an adam sordu: “Madem bu kadar cinayet gördün şimdiki için niye itiraf etme gereği duydun?” Kadının yüzünde rahatsız edici bir ifade belirdi: “Bu öldürülen genç başkaydı…” diye karşılık verdi. Adam alay etmeye çekine çekine sordu: “Ne yani âşık falan mıydın?” Kadın yine görmüş geçirmiş edasıyla adama hiç bakmadan cevap verdi: “Bunca yüzyılların yükünü çeken kalbim için aşkın bir ehemmiyeti yok. Ben daha nefes alırken öldü, benden çok önce öldü…” Adam sordu yine: “Acıma falan mı?”

            Kadın sanki bir idam mahkûmuna ferman okur gibi soğuk bir sesle cevapladı adamı: “Vefa borcu… Ben bu şehrin en eskisiyim, bu şehrin kendisiyim. Benim anılarımı, hatıralarımı yok edenlere karşı savaştı. Anılarımı, varlığımı hiçe sayanları, Romalı Kallisto’nun anılarını parçalayanlara karşı mücadele etti. Evimi tepeme yıkmak istediler. Ranta susamış bir müteahhittin adamları, ellerinde balyozlarla gelmişler. Çocuk bunları görünce engellemeye kalktı. “Bizans’tan kalmadır, yıkılır mı?” diye karşı çıktı. Dinlemediler. “Servet düşmanı piç!” diyerek çocuğa kıydı dört şerefsiz, üstüne de evimi başıma yıktılar…”

            Adamın korkudan dili damağına yapışmıştı. Kadının bahsettiği olay kendisine dehşetli bir şekilde tanıdık geliyordu. Daha geçen gece bir eski harabeyi balyozlarla dümdüz etmişlerdi. Kendilerine karşı çıkmaya çalışan gençten bir çocuğu da öldürüp bir kenara atmışlardı. Bu kadın kendilerini nasıl görebilirdi? Tesadüfen başka bir olaydan mı bahsediyordu? Kadın: “Evimi tepeme yıktınız, bahçesindeki asırlık çınara da kıydınız!” deyince adamın boğazına adeta bir yumru oturdu kaldı. Bu kadın bunları nasıl görmüştü?

            “Nereden gördün lan bunları?” diye haykırdı. Kadın aynı soğuk ses tonuyla karşılık verdi: “Evimi tepeme yıktınız dedim ya. Lahitimden çıkamadan tonlarca taş üzerime indi. Ancak bu gece çıkabildim…” Adam arabanın frenlerine asıldı. Araba acı bir fren sesiyle cadde üzerinde kaymaya başladı. Durduğu zaman adam kadına dönüp sordu: “Polis misin lan? Sen nereden gördün!” Tam o anda başka bir husus dikkatini çekti. Dikiz aynasına baktığında arabada kendisinden başka kimse olmadığını gördü. Kadına dönüp baktığında gördüğü şey karşısında korkudan gerileyip kapıyı açmayı denedi ama başaramadı. Suratı mermer gibi soluk, gözleri simsiyah çukur gözlü, dışarıya fırlamış sivri dişleriyle üç harfli kılıklı bir şey karşısında oturmakta ve rahatsız edici bir sırıtmayla kendisine bakmaktaydı.

            Adam korkudan ağlayıp sızlarken ağır ağır kapanan bir mezar lahdi misali konuştu: “Cinayet tanığı beklemediniz. Kimsenin tanık olmasını beklemediniz. Artık duvarları yıkarken, ağaçları keserken, bina dikerken dikkat edeceksiniz! Tabii siz de haklısınız, her yok ettiğiniz tarihi eserin altında Romadan Bizanstan kalma bir şeylerin uyuduğunu nereden bileceksiniz? Erkeklerin bıçakları altında can verirken bile yalvarmayan kadınlar gördü bu şehir! Ağlayıp durma! Diğer üç arkadaşını da tek tek arabaya toplayacaksın! Beni gördükleri zaman dayanamayacaklardır… Haydi!”

            Adam korka korka cep telefonunu çıkarıp suç ortaklarını aradı. Kadının bahsini duyan en başta “İşim gücüm var!” dese bile adamla gelmeye ikna oldular. Arabayla merkezi bir durağın orada beklerken adamlar tek tek düşüp arabaya girdiler. Kadını gördükçe iştahları kabarıyordu ancak şoför koltuğunda oturan arkadaşlarının korkulu haline bir anlam veremiyorlardı. Araba hareket etmeye başlayınca kadın: “Gençlerin toplaştığı, medyanın olduğu şu sokağa git!” dedi. Arkada oturanlardan biri tam: “Ne medyası lan çek tenhaya işte!” diye gürlediği sırada kadının dikiz aynasında yansıması olmadığını fark etti. Diğerlerine de korkuyla aynayı işaret ettiği sıra kadın simsiyah gözleri ve soluk suratıyla arkasına dönerek tek tek ağlaşan, yalvaran adamlara baktı: “Dün yediğiniz o haltı medyaya anlatacaksınız. Hatıralarımı, evimi nasıl yok ettiğinizi, gencecik çocuğa nasıl kıydığınızı itiraf edeceksiniz! Kaçmaya kalkamayacağınızı biliyorum, canınız tatlıdır!” diye tehdit ettikten sonra şoföre gideceği yeri tekrar hatırlattı.

            Sokaktaki hareketliliği ve insan kalabalığını yararak kameraların ve ışıkların toplaştığı bir yol ayrımına geldiler. Sanki kadın tarafından yönetilen kuklalar gibi arabadan çıkarak kameraların önüne doğru yürüdüler. Kadın etraftakilerin şaşkın bakışlarına aldırmadan adamlara kamera önünü gösterdi: “O kadim yapıyı nasıl yıktığınızı, korumaya çalışan çocuğu nasıl öldürdüğünüzü, asırlık ağacı nasıl kestiğinizi anlatın hadi! Canınızı seviyorsanız kaçmayı düşünmeyin bile!” Etraftakilerin ıslık sesleri ve yuhalamaları altında adamlar suçlarını itiraf ederken kameralara çıkmayı reddeden Kallisto onları seyrediyordu. Tam geri dönüp gideceği sırada birkaç genç önüne çıkıp kendisine teşekkür etmek istediyse de onlara engel olup: “Asıl ben teşekkür ederim. Her köşesinde bir hatıramın olduğu bu şehri koruduğunuz için, sahip çıktığınız için…” dedi. Tam ayrılacağı sırada gençlerden biri: “Abla bu ciğersizleri tutup getirdin. Kanun falan mısın?” diye sordu gülerek. Kallisto muzaffer bir eda takınıp: “Ben belayım!” diyerek kalabalığa karıştı. Ezkaza fotoğrafını görüntüsünü çekenler de kadına rastlayamayınca izi tozu daha o andan itibaren hatırlara karıştı…

            Kallisto caddeden yukarı doğru yürürken bir anlığına kendisine hayran hayran bakan yaşlıca bir adamla göz göze geldi. Adam kendisini bir şekilde tanımış gibi bakmaktaydı. Adama gülümseyerek karşılık verdikten sonra kalabalığın arasında kayboldu. İhtiyar adam yanındaki bir diğer ihtiyar arkadaşına dönüp sordu: “Ka sen de benim gördüğümü göroorsun? Demin geçen hanımı tanımadın?” İhtiyar karşılık verdi: “Yahu Kirkor nereden tanıyayım gencecik kızı. Kim bilir nereden?” Kirkor: “Senin yaşın ufaktır hatırlamoorsun. Ben genç iken Kallisto diye bir afet tanımış idim. Na bu o’dur!” deyince öteki ihtiyar güldü: “Amma yaptın ha! Ulan o zamandan bu zaman Kallisto mu kalır?” Kirkor ısrar ediyordu: “Yahu ne diye inanmoorsun? Yemin edoorum o’dur, Kallisto bu! Kızı olsa bu kadar benzemez, kokusu bile aynı! Beni de tanıdı, öyle baktı, gülümsedi zo!” İhtiyar aynı gülmeyle karşılık verdi: “Aman Kirkor’cuğum ne heyecanlanıyorsun? Bu İstanbul’un afetleri hep birbirine benzer! Say ki Kallisto!”


SON
                                                                                                                
Mehmet Berk Yaltırık

30 Aralık 2013 – İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder