25 Temmuz 2014 Cuma

Denizin Son Canavarları

(Denizin Son Canavarları, Gölge E-Dergi, 68. Sayı, Su Konulu Özel Öykü Sayısı, Mayıs 2013, s. 54-58)

(Yakın bir gelecekte…)

            Haliç kıyısında bir balıkçı, mütevazı kayığına doğru yürüyordu. Vakit geceydi, yanına geceye ayırdığı içkisi ile biraz nevale almıştı. İşleri son aylarda kesat gittiğinden morali bir hayli bozuktu. Üstelik kafasını dağıtmak amacıyla denize açılıp tek başına demlenmeye daha sık çıkar olmuştu. Arkadaşlarının muhabbetleri bile kafa açmıyordu zira hep aynı balık kıtlığını konuşuyorlardı, bu da canını fazlasıyla sıkıyordu. Balık kıtlığı, balık bolluğu kadar olası bir olaydı balıkçıların ömrü hayatında, ancak bu seferki kıtlığı daha önce yaşadıkları kıtlıklarla mukayese edemiyorlardı. Sanki denizi kurutan bir şeyler vardı da tüm balıklar çekip gitmişti. Karadeniz’e açılabilen motorlu tekneler bile eli boş dönmeye başlamışlardı. Televizyonlarda hatta gâvur memleketlerinin medyasında bile bu balık kıtlığı tartışılıyordu. Ekranlarda ilahiyatçılar ve hocalar birbirleriyle atışıyorlar ve bu durumun kıyametin alameti olabileceğini söylüyorlardı. Köşe yazarları ikiye ayrılmışlardı: artık bir daha ağız tadıyla balık keyfi yapamayacak olanlar ve binlerce dolarlık şaraplarının yanında hangi tür balığın iyi gideceğini söyleyenler diye. Balığı dışarıdan getirtmek bile pahalı bir yöntemdi ki ülke içinde balığın fiyatı tavuğu geride bırakıp et fiyatlarına yaklaşmıştı. Balıkçılar ve balık esnafları kuş gribi söylentisinin yeniden yayılıp insanları balık almaya teşvik edilip edemeyeceklerini tartışmaya başlamışlardı. Balıkçılar nedeni kısmen biliyorlardı, bazı üniversiteli gençlerden Boğaz’a akıtılan fabrika atıkları, gemi atıkları gibi birçok şeyi duymuşlukları vardı. Ancak yıllardan beri olagelen bu tip olayların bu kadar kısa sürede Boğaz’daki tüm balıkları nasıl yok ettiğini hiçbiri anlayamıyordu. Yapılan araştırmalar denizdeki kirliliğin olağanüstü seviyeye geldiğini göstermekteydi, böyle söyleniyordu demek ki kısa sürede bu olağanüstü kirlilik (özellikle son bir ticaret anlaşması sonucu Boğaz’a atılan nükleer atıklar yasallaştığından) kocakarı bedduası gibi cemil cümle deniz mahlûkatını helak etmişti. 

           Balıkçı, emsallerine göre okumayı, özellikle deniz üzerine okumayı sevdiğinden çevresindeki meslektaşları ona sorduklarında tam bilmediği halde televizyonda duyduklarını söylüyordu. Denizi, efsanelerini okuyup üzerine yazılan hikayeleri kurcalardı ancak biliminden iliminden pek çakmazdı. İşte yalnız balıkçı rakısını, nevalesini almış, her gece yaptığı gibi “bir umut diyerek” ufak oltasını da yanına alarak, kayığının yanına gitmişti. Çalıştığı takadan arttırdıklarıyla aldığı bu kayık, onun yegâne servetiydi ki denize açılıp içtikçe onunla dertleşirdi, en gizli sırlarını o kayık bilirdi. Oltayı yanına alması ise bir tür takıntıydı. Normalde ağlara bile balık takılmadığından oltasına nereden vuracaktı ki? Yine de eski günlerinin hatırına, içmeden önce oltayla tek tek tutup yanına meze ettiği günlerdeki gibi oltasına denize sallıyor, döneceğinde boş oltayı çekeceğini bilmesine rağmen bundan vazgeçmiyordu. O gece de diğer gecelerden pek farklı değildi ancak bu sefer arkadaşlarından birine getirttiği özel yapım bir şarap almıştı yanına. Tamamen bilindik yollarla üretilen sıradan bir ev şarabıydı ancak muhtevasına katılan bir takım ilaçlarla alkol oranı boğma rakı ayarında artmıştı. O yüzden belli bir miktarı aşmaması konusunda satın aldığı kişi kırk kere uyarmıştı balıkçıyı ancak balıkçı yıllarını rakı sofralarında geçirdiğinden bir şişe şarapla kolay kolay sarhoş olamayacağını düşünüyordu.

            Denize açılıp kendi kendine söylediği türküler eşliğinde şişeyi yarıladığında, şarabı kendisinden satın aldığı arkadaşının düşüncelerine hak vermeye başlamıştı. Yıldızların sayısının arttığını ya da mevcut olanların daha ziyade ışık saçtığını görmüştü. Yıldızlar yahut kocaman ay denizi öylesine ışıldatmıştı ki hiç göremeyeceği tuhaf bir yeşil tonuna bürünmüştü o acayip karanlıkta. Sanki dünyaya farklı bir pencereden bakıyordu da yükseklikten oturduğu yerde başı dönmüştü. Artık şarabı yapan içine ne attıysa balıkçının nevri dönmüştü, kafası ayılmazcasına güzelleşmişti. Ancak bu kadar sıkıntısının arasında kafasını bu denli ucuza ve daha mükemmel bir şekilde iyi edince içmeye devam etmişti. Kıyıya nasıl dönebileceğini bilmiyordu ancak yaşadığı o tuhaf anı yaşamayı, kıyıya sağ salim ayak basmaya tercih etmişti. Bu yüzden şişeyi bitirdiğinde gecenin kör vaktinde olduğunu ve kayığının boğaza doğru sürüklendiğini ancak fark edebilmişti. Yine de kafası henüz ayılma emaresi göstermediğinden hala gecenin ve denizin tadını çıkarmakla meşguldü, karaya dönesi yoktu. Ta ki oltasının hareket ettiğini fark edene dek…

Bir şey oltasını yakalamış diplere doğru çekmekteydi ki misina makarası fırıl fırıl dönmekteydi. Koca denizde bu sarhoşlukta denk gele gele oltasını çekiştirecek denli büyük bir balığa denk gelmişti. Makara durup, tekne oltayla birlikte suyun üzerinde sürüklenmeye başlayınca, oltasına tüm deniz canlılarını kahreden felaketten kurtulma son balık olarak köpekbalığını rast getiren talihine küfretti. Kafası güzeldi ancak kayığın hızla sürüklenmesinin gerçek olduğunun farkında olacak kadar ayıktı. Kayıkla birlikte bir anda denize çekildiğinde oltayı sıkı sıkı tutarak suyu boylamıştı. Denizin içinde gözlerini açtığında oltayı çeken köpek balığının kendisini fark etmemesi için dua ediyordu. Ancak altında, misinayı çekiştiren şeyin neredeyse bir apartman boyunda muazzam bir karaltı olduğunu görünce korkudan duayı muayı unutmuştu. Karaltı dev ancak muazzam büyüklükte bir yılanı andırıyordu. Suyun dibine doğru kıvrıla kıvrıla ilerliyor, balıkçıyı da bilerek ya da bilmeden kendisiyle birlikte Boğaz’ın dibine sürüklüyordu. Balıkçı oltayı bıraksa bile bu denli derine indikten sonra akıntı yüzünden ancak ölüsünün karaya vuracağını tahmin ettiğinden ve oltasını çeken heyulayı merak ettiğinden misinayı ellerine dolayarak nefesini ayarlamıştı. Suda tek bir mahlûk kalmadığını bir süre sonra deniz dibinde yukarıdan gelen ışıklarla parlayan denizanalarından balıklara, hatta köpek balıklarına ve nükleer atıkların mahsulü acayip deniz canlılarına ait iskeletlerden ve cesetlerden oluşma devasa mezarlığı gördüğünde anladı. Osmanlı’dan, Ceneviz’den kalma kalyon ve kadırgaların, Bizans yadigârı sütun ve heykellerin üzerine serilmiş balık leşlerinin yanı sıra daha büyük ve korkutucu köpek balıklarını, onlar kadar büyük ahtapot leşlerini de gördüğünde denizde muazzam bir soykırımın vukua geldiğini, hamsisinden dev köpek balıklarına alayının canına okunduğunu görerek ağladı. İlk kez su altında ağlıyordu. İlk kez bir balıkçı, balık öldürmesi işinin bir parçası olduğu halde balık leşleri karşısında gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Balık leşleri o denli çoktu ki intihar edenlerden, mafya hesaplaşmalarından, boğulmuş cariyelerden, yeniçeri ve sipahi iskeletlerinden, şövalyelerden arta kalan derya dolusu kemiklerin ve çuvalların, paçavraların üzerini kar yağmışçasına kapatmışlar, tepeden vuran tuhaf yeşil ışığın altında tekinsizce parıldıyorlardı. Ancak tekinsiz ışık tepeden gelmeyip denizin dibindeki bir mağaradan gelmekteydi ve heyula oraya doğru ilerlemekteydi.

Mağaraya girdiğinde boşluğa denk gelerek yerlerde yuvarlanan balıkçı, misinanın kopmasıyla durdu. Çamurlu kumların içinden doğrulduğunda hem nefes alabildiğini hem de mağaranın içinin tuhaf bir yeşil şua ile parıldadığını fark etti. O anda daha net görmüştü heyulayı. Pul pul olmuş derisi yeşil ışıkta parıldayan muazzam bir yılandı ve mağaranın dibine doğru kıvrıla büküle kayarak gözden kaybolmuştu. Balıkçı ciğerlerine temiz havayı doldurmakla birlikte çürümüş bir şeylerin kokusunun da burnuna çarptığını fark etti. Mağaranın zemininde zırhlar, paslı kılıçlar, altın hançerler ve yerlere saçılmış çeşit çeşit altınlar görmüştü ancak deniz cinleri sahiplenmiştir, lanetlidir diyerek el sürmeye çekindi. O anda beyninde bir kıvılcım çakmıştı. Bu büyük su yılanı, genç öğrencilerden birinin internette okuduk diye anlattığı Marmara Canavarı diye anlattığı devasa yaratık olmasındı? Demek ki efsane doğruydu ve hikmetine akıl sır erdiremediği bu acayip mağarada yaşamaktaydı.  Balıkçı çürümüş kokuya rağmen, zırhları ve altınları çiğneyerek mağaranın dibine ilerleyip muazzam büyüklükte bir başka mağaraya denk geldiğinde korkudan ve şaşkınlıktan hayrete düşmüştü! İçerirde yığma, tepeleme zümrütler, elmaslar, inciler, altınlar vardı, bin batıktan bin defineden gelme kıymetli hazinelerdi ancak o koca mağara galerisinden bozma devasa salonda daha şaşırtıcı başka hususlar vardı. Balıkçının daha önce efsanelerde masallarda okuduğu cemil cümle deniz canavarının cesetleri buradaydı. Demek ki balık ölümleri diğer denizlere dek sirayet etmişti. Odisesus’a saldıran Scylla ve Charybdis’i kitaptaki tasvirlerine uygun vaziyette bir köşede gördü, yan yana ölmüşlerdi. Bir başka köşede yine gemicileri şarkılarıyla delirten korkutucu Sirenlerin cesetleri duruyordu. Bir başka köşede İskender’in İstanbul'un ilk halini suya boğmasının ardından şehrin kraliçesiyle denizlere çekilen meşhur dev ejderhayı görmüştü, yanı başında dünyalar güzeli genç bir kızın mumyayı andıran naaşı duruyordu. Yine bir başka köşede canavarlaşmış haliyle ölen, deniz kızlarının efendisi sayılan İskender’in kız kardeşi Thessalonike tüm haşmetiyle dikilmekteydi ancak cansızdı. Geri kalan yerlerde de sayısız ve isimsiz bir nice deniz canavarının, deniz kızının orada burada cansız yattığını gördü. En son dev yılanı görmüştü ki onun da can çekiştiğini fark etti.

Şaşkınlığını üzerinden atınca buradan nasıl çıkacağını düşünmeye başlamıştı. O sırada ayağına bir elin dokunduğunu hissederek ürperdi. Arkasına döndüğünde, mağaranın dibindeki denize açıldığını tahmin ettiği bir başka geçidin sularından uzanmış, yarı beline kadar çıplak bir deniz kızı gördü. İlkin korktu ancak deniz kızının kalçalarına dek uzanan yosun rengi saçlarına ve güzelliğine, suratındaki yorgun ifadeye bakarak ondan bir zarar gelmeyeceğine kanaat getirdiğinden endişelenmedi. Deniz kızı, ona Türkçe kim olduğunu sormuştu. Deniz kızlarını kadim dilleri bilir diye tahmin etmiş yine de Türkçe konuşmasına şaşırmıştı. Deniz kızı öylediğine göre yeryüzünden bir balıkçıyı sevip sık sık onu ziyaret ettiği sırada öğrenmiş, ancak balıkçı onun deniz kızı olduğunu öğrenince ondan utanarak izini tozunu kaybedince deniz kızı da yeryüzüne küserek bir daha dönmemecesine denizlerin dibine inmişti.

Balıkçı, dışarı çıkmayı unutup deniz kızı ile dertleşmeye başladı. Deniz kızı son kalan deniz “canavarı”nın kendisi olduğunu, diğerlerinin ölüp gittiğini söyledi. Denizlerde kimsecikler kalmamıştı. Balıkçıya yeryüzünü sormuş, balıkçı gördüklerini anlatırken deniz kızı son kez bir insanla yaptığı muhabbetin şerefine deniz dibinden çıkarıp getirdiği bir şişe Bizans şarabını balıkçıya ikram etmişti. Balıkçı, limandan çıkamadan batırılan bir gemiden gelme asırlık şarabı şişesinden içerek deniz kızıyla paylaşırken bir yandan da iştahla anlatıyordu yeryüzünü ve üzüntüyle tasvir ediyordu denizlerin ölüşünü.

Deniz kızı şarap bittiğinde onu tekrar yeryüzüne çıkarabileceğini söylemişti. Kendi su altında nefes alabildiğinden balıkçıyı yüzeye kadar götürecekti ancak son istek babından zaten ölüp gideceği için sudan çıkar çıkmaz onu bir kumsala, bedenini yeryüzü toprağına gömmesini istemişti. Balıkçı yeryüzünü yeniden görmeyi isteyip istemediğinden emin değildi, denizin ölümüne şahit olduktan sonra ve tadı hiçbir şeye benzemeyecek denli güzel Bizans şarabını içeli beridir, çocukluğundan itibaren efsanelerini dinlediği bir deniz kızı ile sohbet de ettiğinden o anda ölse gam yemezdi. Efsaneleri yaşayabilmek kaç şanslı balıkçıya nasip olurdu ki? Ancak sırf deniz kızının son isteği diye toprağa geri dönmek istediğini söylemişti. Deniz kızı balıkçıya sarılıp dudaklarını dudaklarına yaslayıp balıkçıyı denizin derinliklerine çekmişti. Balıkçı hem Bizans şarabıyla kafası güzel olduğundan hem de antik bir güzelliğin dudaklarını tatmış olmanın verdiği bir hoş hislerle bir süre sonra yeniden su üstüne çıkmıştı. Deniz kızının bir anlığına doğmakta olan güneşi görüp belli belirsiz gülümsemesinin ardından suyun dibine doğru battığını gördü. Tüm leşleri bataklık gibi bağrına çeken denizden kurtardığı deniz kızının cenazesini kıyıya sürükleyen balıkçı gözyaşları içerisinde elleriyle kazdığı mezara defnetmişti deniz kızını. Ardından bu denli duyarsız kaldığından denizin yüzüne bir daha bakmaya yüzü olmadığından şehri terk ederek son kez Boğaz’ın üzerinden geçip denizi olmayan bir şehre gitmişti.

Kör şafakta, arkadaşlarının kumsala alelacele bir şeyler gömdüğünü gören balıkçılar, define zannıyla deniz kızının toprağını eşelediklerinde altı balık üstü insan bu tuhaf cenazeyi gördüklerinde bunun denizlerden gelen bir işaret olabileceğini anladılar. Ta Bizans’tan beridir ölümüne batıl inançlı ve ağzına dek efsanelerle, hikayelerle dolu balıkçılar aralarında para toplayıp deniz kızının olduğu yeri türbeye çevirip balıkları geri göndersin diye nafile yere dualar edip para atmışlar, mumlar yakıp çaputlar bağlamışlardı. Birkaç yıl içinde balıkçılık mesleği tarihe karışan mesleklerden birisi olmuş, her biri başka başka işlere ve yollara sapmıştı.

Son balıkçılardan biri olarak ifade edilen ve denize uzak şehrin kasabalarından birinde denk gelinen ihtiyar bir adam deniz kızının yeryüzüne çıkardığı o balıkçının kendisi olduğunu söylemişti ve inanmamalarına rağmen ölene dek anlatmaya devam etmişti. Afyonlu şarap yüzünden hayal gördüğünü söyleyenlere “Hadi o içtiğim anam babam şaraptı, daha önce tadı hiçbir şeye benzemeyen o Bizans şarabının tadını nasıl aldım ya?” diyerek çıkışmıştı. İnsanların inanmamasının bir nedeni de balıkların su yüzüne çıkmaları gerekirken nasıl olupta kumların dibinde yattığıydı. Ancak sonradan gemiler bile denizde yüzemez hale gelince tüm denizlerin bataklığa dönüşmekte olduğunu, üzerinde ne varsa dibe çektiğini anlamışlardı. Yine de bir ihtiyarın çılgın hikayelerine kimse haliyle inanmamış, dinleyip geçmişti.

İhtiyar balıkçı deniz kızının dudaklarını ve de Bizans şarabının tadını halen duyumsamaktaydı. Ancak ölene dek her gece ölen denizler için gözyaşlarını saklamadan dökmüştü. Yıldızların ışığının derinlerde gördüğü tuhaf bir yeşil şua altında parlayan ölü balıkları hatırlattığını söylerdi.
SON
Mehmet Berk Yaltırık
23 Ocak 2013 – İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder