(Denizin
Son Canavarları, Gölge E-Dergi, 68. Sayı, Su Konulu Özel Öykü Sayısı, Mayıs
2013, s. 54-58)
(Yakın
bir gelecekte…)
Haliç kıyısında bir balıkçı, mütevazı kayığına doğru
yürüyordu. Vakit geceydi, yanına geceye ayırdığı içkisi ile biraz nevale
almıştı. İşleri son aylarda kesat gittiğinden morali bir hayli bozuktu. Üstelik
kafasını dağıtmak amacıyla denize açılıp tek başına demlenmeye daha sık çıkar
olmuştu. Arkadaşlarının muhabbetleri bile kafa açmıyordu zira hep aynı balık
kıtlığını konuşuyorlardı, bu da canını fazlasıyla sıkıyordu. Balık kıtlığı,
balık bolluğu kadar olası bir olaydı balıkçıların ömrü hayatında, ancak bu
seferki kıtlığı daha önce yaşadıkları kıtlıklarla mukayese edemiyorlardı. Sanki
denizi kurutan bir şeyler vardı da tüm balıklar çekip gitmişti. Karadeniz’e
açılabilen motorlu tekneler bile eli boş dönmeye başlamışlardı. Televizyonlarda
hatta gâvur memleketlerinin medyasında bile bu balık kıtlığı tartışılıyordu.
Ekranlarda ilahiyatçılar ve hocalar birbirleriyle atışıyorlar ve bu durumun
kıyametin alameti olabileceğini söylüyorlardı. Köşe yazarları ikiye ayrılmışlardı:
artık bir daha ağız tadıyla balık keyfi yapamayacak olanlar ve binlerce
dolarlık şaraplarının yanında hangi tür balığın iyi gideceğini söyleyenler
diye. Balığı dışarıdan getirtmek bile pahalı bir yöntemdi ki ülke içinde
balığın fiyatı tavuğu geride bırakıp et fiyatlarına yaklaşmıştı. Balıkçılar ve
balık esnafları kuş gribi söylentisinin yeniden yayılıp insanları balık almaya
teşvik edilip edemeyeceklerini tartışmaya başlamışlardı. Balıkçılar nedeni
kısmen biliyorlardı, bazı üniversiteli gençlerden Boğaz’a akıtılan fabrika
atıkları, gemi atıkları gibi birçok şeyi duymuşlukları vardı. Ancak yıllardan
beri olagelen bu tip olayların bu kadar kısa sürede Boğaz’daki tüm balıkları
nasıl yok ettiğini hiçbiri anlayamıyordu. Yapılan araştırmalar denizdeki
kirliliğin olağanüstü seviyeye geldiğini göstermekteydi, böyle söyleniyordu
demek ki kısa sürede bu olağanüstü kirlilik (özellikle son bir ticaret
anlaşması sonucu Boğaz’a atılan nükleer atıklar yasallaştığından) kocakarı
bedduası gibi cemil cümle deniz mahlûkatını helak etmişti.
Balıkçı, emsallerine
göre okumayı, özellikle deniz üzerine okumayı sevdiğinden çevresindeki
meslektaşları ona sorduklarında tam bilmediği halde televizyonda duyduklarını
söylüyordu. Denizi, efsanelerini okuyup üzerine yazılan hikayeleri kurcalardı
ancak biliminden iliminden pek çakmazdı. İşte yalnız balıkçı rakısını,
nevalesini almış, her gece yaptığı gibi “bir umut diyerek” ufak oltasını da
yanına alarak, kayığının yanına gitmişti. Çalıştığı takadan arttırdıklarıyla
aldığı bu kayık, onun yegâne servetiydi ki denize açılıp içtikçe onunla
dertleşirdi, en gizli sırlarını o kayık bilirdi. Oltayı yanına alması ise bir
tür takıntıydı. Normalde ağlara bile balık takılmadığından oltasına nereden
vuracaktı ki? Yine de eski günlerinin hatırına, içmeden önce oltayla tek tek
tutup yanına meze ettiği günlerdeki gibi oltasına denize sallıyor, döneceğinde
boş oltayı çekeceğini bilmesine rağmen bundan vazgeçmiyordu. O gece de diğer
gecelerden pek farklı değildi ancak bu sefer arkadaşlarından birine getirttiği
özel yapım bir şarap almıştı yanına. Tamamen bilindik yollarla üretilen sıradan
bir ev şarabıydı ancak muhtevasına katılan bir takım ilaçlarla alkol oranı
boğma rakı ayarında artmıştı. O yüzden belli bir miktarı aşmaması konusunda
satın aldığı kişi kırk kere uyarmıştı balıkçıyı ancak balıkçı yıllarını rakı
sofralarında geçirdiğinden bir şişe şarapla kolay kolay sarhoş olamayacağını düşünüyordu.
Denize açılıp kendi kendine söylediği türküler eşliğinde
şişeyi yarıladığında, şarabı kendisinden satın aldığı arkadaşının düşüncelerine
hak vermeye başlamıştı. Yıldızların sayısının arttığını ya da mevcut olanların
daha ziyade ışık saçtığını görmüştü. Yıldızlar yahut kocaman ay denizi öylesine
ışıldatmıştı ki hiç göremeyeceği tuhaf bir yeşil tonuna bürünmüştü o acayip
karanlıkta. Sanki dünyaya farklı bir pencereden bakıyordu da yükseklikten
oturduğu yerde başı dönmüştü. Artık şarabı yapan içine ne attıysa balıkçının
nevri dönmüştü, kafası ayılmazcasına güzelleşmişti. Ancak bu kadar sıkıntısının
arasında kafasını bu denli ucuza ve daha mükemmel bir şekilde iyi edince içmeye
devam etmişti. Kıyıya nasıl dönebileceğini bilmiyordu ancak yaşadığı o tuhaf
anı yaşamayı, kıyıya sağ salim ayak basmaya tercih etmişti. Bu yüzden şişeyi
bitirdiğinde gecenin kör vaktinde olduğunu ve kayığının boğaza doğru
sürüklendiğini ancak fark edebilmişti. Yine de kafası henüz ayılma emaresi
göstermediğinden hala gecenin ve denizin tadını çıkarmakla meşguldü, karaya
dönesi yoktu. Ta ki oltasının hareket ettiğini fark edene dek…
Bir
şey oltasını yakalamış diplere doğru çekmekteydi ki misina makarası fırıl fırıl
dönmekteydi. Koca denizde bu sarhoşlukta denk gele gele oltasını çekiştirecek
denli büyük bir balığa denk gelmişti. Makara durup, tekne oltayla birlikte
suyun üzerinde sürüklenmeye başlayınca, oltasına tüm deniz canlılarını kahreden
felaketten kurtulma son balık olarak köpekbalığını rast getiren talihine
küfretti. Kafası güzeldi ancak kayığın hızla sürüklenmesinin gerçek olduğunun
farkında olacak kadar ayıktı. Kayıkla birlikte bir anda denize çekildiğinde
oltayı sıkı sıkı tutarak suyu boylamıştı. Denizin içinde gözlerini açtığında
oltayı çeken köpek balığının kendisini fark etmemesi için dua ediyordu. Ancak
altında, misinayı çekiştiren şeyin neredeyse bir apartman boyunda muazzam bir
karaltı olduğunu görünce korkudan duayı muayı unutmuştu. Karaltı dev ancak
muazzam büyüklükte bir yılanı andırıyordu. Suyun dibine doğru kıvrıla kıvrıla
ilerliyor, balıkçıyı da bilerek ya da bilmeden kendisiyle birlikte Boğaz’ın
dibine sürüklüyordu. Balıkçı oltayı bıraksa bile bu denli derine indikten sonra
akıntı yüzünden ancak ölüsünün karaya vuracağını tahmin ettiğinden ve oltasını
çeken heyulayı merak ettiğinden misinayı ellerine dolayarak nefesini
ayarlamıştı. Suda tek bir mahlûk kalmadığını bir süre sonra deniz dibinde
yukarıdan gelen ışıklarla parlayan denizanalarından balıklara, hatta köpek
balıklarına ve nükleer atıkların mahsulü acayip deniz canlılarına ait
iskeletlerden ve cesetlerden oluşma devasa mezarlığı gördüğünde anladı.
Osmanlı’dan, Ceneviz’den kalma kalyon ve kadırgaların, Bizans yadigârı sütun ve
heykellerin üzerine serilmiş balık leşlerinin yanı sıra daha büyük ve korkutucu
köpek balıklarını, onlar kadar büyük ahtapot leşlerini de gördüğünde denizde
muazzam bir soykırımın vukua geldiğini, hamsisinden dev köpek balıklarına
alayının canına okunduğunu görerek ağladı. İlk kez su altında ağlıyordu. İlk
kez bir balıkçı, balık öldürmesi işinin bir parçası olduğu halde balık leşleri karşısında
gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Balık leşleri o denli çoktu ki intihar
edenlerden, mafya hesaplaşmalarından, boğulmuş cariyelerden, yeniçeri ve sipahi
iskeletlerinden, şövalyelerden arta kalan derya dolusu kemiklerin ve
çuvalların, paçavraların üzerini kar yağmışçasına kapatmışlar, tepeden vuran
tuhaf yeşil ışığın altında tekinsizce parıldıyorlardı. Ancak tekinsiz ışık
tepeden gelmeyip denizin dibindeki bir mağaradan gelmekteydi ve heyula oraya
doğru ilerlemekteydi.
Mağaraya
girdiğinde boşluğa denk gelerek yerlerde yuvarlanan balıkçı, misinanın
kopmasıyla durdu. Çamurlu kumların içinden doğrulduğunda hem nefes alabildiğini
hem de mağaranın içinin tuhaf bir yeşil şua ile parıldadığını fark etti. O anda
daha net görmüştü heyulayı. Pul pul olmuş derisi yeşil ışıkta parıldayan
muazzam bir yılandı ve mağaranın dibine doğru kıvrıla büküle kayarak gözden
kaybolmuştu. Balıkçı ciğerlerine temiz havayı doldurmakla birlikte çürümüş bir
şeylerin kokusunun da burnuna çarptığını fark etti. Mağaranın zemininde zırhlar,
paslı kılıçlar, altın hançerler ve yerlere saçılmış çeşit çeşit altınlar
görmüştü ancak deniz cinleri sahiplenmiştir, lanetlidir diyerek el sürmeye
çekindi. O anda beyninde bir kıvılcım çakmıştı. Bu büyük su yılanı, genç
öğrencilerden birinin internette okuduk diye anlattığı Marmara Canavarı diye
anlattığı devasa yaratık olmasındı? Demek ki efsane doğruydu ve hikmetine akıl
sır erdiremediği bu acayip mağarada yaşamaktaydı. Balıkçı çürümüş kokuya rağmen, zırhları ve
altınları çiğneyerek mağaranın dibine ilerleyip muazzam büyüklükte bir başka mağaraya
denk geldiğinde korkudan ve şaşkınlıktan hayrete düşmüştü! İçerirde yığma,
tepeleme zümrütler, elmaslar, inciler, altınlar vardı, bin batıktan bin
defineden gelme kıymetli hazinelerdi ancak o koca mağara galerisinden bozma devasa
salonda daha şaşırtıcı başka hususlar vardı. Balıkçının daha önce efsanelerde
masallarda okuduğu cemil cümle deniz canavarının cesetleri buradaydı. Demek ki
balık ölümleri diğer denizlere dek sirayet etmişti. Odisesus’a saldıran Scylla
ve Charybdis’i kitaptaki tasvirlerine uygun vaziyette bir köşede gördü, yan yana
ölmüşlerdi. Bir başka köşede yine gemicileri şarkılarıyla delirten korkutucu
Sirenlerin cesetleri duruyordu. Bir başka köşede İskender’in İstanbul'un ilk halini suya
boğmasının ardından şehrin kraliçesiyle denizlere çekilen meşhur dev ejderhayı
görmüştü, yanı başında dünyalar güzeli genç bir kızın mumyayı andıran naaşı
duruyordu. Yine bir başka köşede canavarlaşmış haliyle ölen, deniz kızlarının
efendisi sayılan İskender’in kız kardeşi Thessalonike tüm haşmetiyle
dikilmekteydi ancak cansızdı. Geri kalan yerlerde de sayısız ve isimsiz bir
nice deniz canavarının, deniz kızının orada burada cansız yattığını gördü. En
son dev yılanı görmüştü ki onun da can çekiştiğini fark etti.
Şaşkınlığını
üzerinden atınca buradan nasıl çıkacağını düşünmeye başlamıştı. O sırada
ayağına bir elin dokunduğunu hissederek ürperdi. Arkasına döndüğünde, mağaranın
dibindeki denize açıldığını tahmin ettiği bir başka geçidin sularından uzanmış,
yarı beline kadar çıplak bir deniz kızı gördü. İlkin korktu ancak deniz kızının
kalçalarına dek uzanan yosun rengi saçlarına ve güzelliğine, suratındaki yorgun
ifadeye bakarak ondan bir zarar gelmeyeceğine kanaat getirdiğinden
endişelenmedi. Deniz kızı, ona Türkçe kim olduğunu sormuştu. Deniz kızlarını
kadim dilleri bilir diye tahmin etmiş yine de Türkçe
konuşmasına şaşırmıştı. Deniz kızı öylediğine göre yeryüzünden bir balıkçıyı sevip sık
sık onu ziyaret ettiği sırada öğrenmiş, ancak balıkçı onun deniz kızı olduğunu
öğrenince ondan utanarak izini tozunu kaybedince deniz kızı da yeryüzüne
küserek bir daha dönmemecesine denizlerin dibine inmişti.
Balıkçı,
dışarı çıkmayı unutup deniz kızı ile dertleşmeye başladı. Deniz kızı son
kalan deniz “canavarı”nın kendisi olduğunu, diğerlerinin ölüp gittiğini
söyledi. Denizlerde kimsecikler kalmamıştı. Balıkçıya yeryüzünü sormuş, balıkçı
gördüklerini anlatırken deniz kızı son kez bir insanla yaptığı muhabbetin
şerefine deniz dibinden çıkarıp getirdiği bir şişe Bizans şarabını balıkçıya
ikram etmişti. Balıkçı, limandan çıkamadan batırılan bir gemiden gelme asırlık
şarabı şişesinden içerek deniz kızıyla paylaşırken bir yandan da iştahla
anlatıyordu yeryüzünü ve üzüntüyle tasvir ediyordu denizlerin ölüşünü.
Deniz
kızı şarap bittiğinde onu tekrar yeryüzüne çıkarabileceğini söylemişti. Kendi
su altında nefes alabildiğinden balıkçıyı yüzeye kadar götürecekti ancak son
istek babından zaten ölüp gideceği için sudan çıkar çıkmaz onu bir kumsala,
bedenini yeryüzü toprağına gömmesini istemişti. Balıkçı yeryüzünü yeniden
görmeyi isteyip istemediğinden emin değildi, denizin ölümüne şahit olduktan
sonra ve tadı hiçbir şeye benzemeyecek denli güzel Bizans şarabını içeli
beridir, çocukluğundan itibaren efsanelerini dinlediği bir deniz kızı ile sohbet de
ettiğinden o anda ölse gam yemezdi. Efsaneleri yaşayabilmek kaç şanslı balıkçıya
nasip olurdu ki? Ancak sırf deniz kızının son isteği diye toprağa geri dönmek
istediğini söylemişti. Deniz kızı balıkçıya sarılıp dudaklarını dudaklarına yaslayıp
balıkçıyı denizin derinliklerine çekmişti. Balıkçı hem Bizans şarabıyla kafası
güzel olduğundan hem de antik bir güzelliğin dudaklarını tatmış olmanın verdiği
bir hoş hislerle bir süre sonra yeniden su üstüne çıkmıştı. Deniz kızının bir
anlığına doğmakta olan güneşi görüp belli belirsiz gülümsemesinin ardından
suyun dibine doğru battığını gördü. Tüm leşleri bataklık gibi bağrına çeken
denizden kurtardığı deniz kızının cenazesini kıyıya sürükleyen balıkçı
gözyaşları içerisinde elleriyle kazdığı mezara defnetmişti deniz kızını.
Ardından bu denli duyarsız kaldığından denizin yüzüne bir daha bakmaya yüzü
olmadığından şehri terk ederek son kez Boğaz’ın üzerinden geçip denizi olmayan
bir şehre gitmişti.
Kör
şafakta, arkadaşlarının kumsala alelacele bir şeyler gömdüğünü gören
balıkçılar, define zannıyla deniz kızının toprağını eşelediklerinde altı balık
üstü insan bu tuhaf cenazeyi gördüklerinde bunun denizlerden gelen bir işaret
olabileceğini anladılar. Ta Bizans’tan beridir ölümüne batıl inançlı ve ağzına
dek efsanelerle, hikayelerle dolu balıkçılar aralarında para toplayıp deniz
kızının olduğu yeri türbeye çevirip balıkları geri göndersin diye nafile yere dualar
edip para atmışlar, mumlar yakıp çaputlar bağlamışlardı. Birkaç yıl içinde
balıkçılık mesleği tarihe karışan mesleklerden birisi olmuş, her biri başka
başka işlere ve yollara sapmıştı.
Son
balıkçılardan biri olarak ifade edilen ve denize uzak şehrin kasabalarından
birinde denk gelinen ihtiyar bir adam deniz kızının yeryüzüne çıkardığı o
balıkçının kendisi olduğunu söylemişti ve inanmamalarına rağmen ölene dek
anlatmaya devam etmişti. Afyonlu şarap yüzünden hayal gördüğünü söyleyenlere
“Hadi o içtiğim anam babam şaraptı, daha önce tadı hiçbir şeye benzemeyen o
Bizans şarabının tadını nasıl aldım ya?” diyerek çıkışmıştı. İnsanların
inanmamasının bir nedeni de balıkların su yüzüne çıkmaları gerekirken nasıl
olupta kumların dibinde yattığıydı. Ancak sonradan gemiler bile denizde yüzemez
hale gelince tüm denizlerin bataklığa dönüşmekte olduğunu, üzerinde ne varsa
dibe çektiğini anlamışlardı. Yine de bir ihtiyarın çılgın hikayelerine kimse
haliyle inanmamış, dinleyip geçmişti.
İhtiyar
balıkçı deniz kızının dudaklarını ve de Bizans şarabının tadını halen
duyumsamaktaydı. Ancak ölene dek her gece ölen denizler için
gözyaşlarını saklamadan dökmüştü. Yıldızların ışığının derinlerde gördüğü tuhaf
bir yeşil şua altında parlayan ölü balıkları hatırlattığını söylerdi.
SON
Mehmet Berk
Yaltırık
23 Ocak 2013 –
İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder