25 Temmuz 2014 Cuma

Kabir Kaçkını Beygir

(Kabir Kaçkını Beygir, Gölge E-Dergi, 72. Sayı, Eylül 2013, s. 77-80)

(Not: İhsan Oktay Anar’ın “Amat” isimli romanında, ölümsüzlükle ilgili anlatılan bir hikâyeden ilham alınarak yazıldı.)
           
Sultan Hamid devrinin Edirne’sinde Menzilahır mevkiinde meskûn Romanlara mensup Davulcu Bekir’in oğulları Abdo ile Süleyman adlı iki kardeş yaşarmış. Bunlar ellerindeki tek beygirin çektiği bir talikayla tüm gün şehri gezer, yük ve eşya taşıyarak geçimlerini sağlarlar, arada da Karaağaç semtinden Abalar Başı’na avamdan kimseleri getirip götürmek için faytonculuk ederlermiş. Yolları ezkaza Rumlarla Bulgarların mahallesine düşerse onlara laf atan kaldırım kurtlarına bıçak çekip dayılanmaktan da eksik kalmazlarmış. Edirne’nin gecelerinde caka satan, Karaağaç kuytularında kumar oynamaya giden külhani kısmıyla, evlere giren hırsız taifesiyle yüz göz olurlar ancak bunların çağrılarına kulak asmazlar, günlük kazanıp günlük yer içerler, şarabı eğlenceyi hayatlarından eksik etmezlermiş. Kavgası cümbüşü eksik olmayan Menzilahır mahallesine, taş yollar üzerinden takır takır seslerle toprak yollarla çevrili mahalleye girerler, çoluk çocuk sesleri, çalgı nağmeleri arasında oturdukları talikada oynaya oynaya tek göz ahırlarına girip çıkarlar, kimseye el açıp minnet etmeden yaşayıp giderlermiş.

            Bir gün ahıra her nasılsa öyle bir halde gelmişler ki kapısını bağlamayı dahi unutup kapıya çakılı nazarlığı dahi düşürmüş. Şayet kafaları o denli dumanlı olmasa ziyadesiyle batıl inançlı bu insanlar kapıyı sıkıca bağlayıp atadan dededen nazardan, büyüden koruyucu tekerlemelerini okumayı ihmal etmez, nazarlığı da kapıya geri asarlarmış ki kendilerine ve hayvanlarına dışarıdan, öte âlemlerden gelebilecek kötülükler dokunamasın. Ancak Karaağaçlı Meyhaneci Apostol’un ta Kostantiniyye’den getirttiği afyonlu şarabı fazla kaçırınca talikayı güç bela zapt ederek sallana sallana ahırlarına gelip samandan yatakları üzerinde sızıp kaldıklarından ne kapıya ne nazarlığa dikkat edebilmişler. İşte tüm bunlardan ötürü her türlü fenalığa teşne bir halde sızıp kalmışlar. O muhitin mütevazı kabristanında, Cumartesi günleri haricinde mezarından çıkarak denk getirdiği bebeklerin ciğerini, hayvan kısmının kanını içen gözü kanlı cazu taifesinden bir heyula, yatsı ezanı okunup cinlerin vakti ilan edilince ceset başına üşüşür gulyabanileri kaçırtıp mezarından çıkmış. Kapkara dilini çürümüş sivri dişleri üzerinde dolaştırıp ateş kızılı gözleriyle evlerin ve ahırların kapılarını yoklayarak, çarpık çurpuk kolları ve ayaklarıyla toprak yollar üzerinde yılan misali sürüne sürüne ilerliyor, her kapı önünde ve pencerelerde nazarlıkları, sarımsakları, acayip yazılı tılsımları gördükçe tıslayarak başka bir tarafa seğirtiyormuş.

            Burnuna çarpan insan ve hayvan kokularından iştaha gelerek korkunç hırıltılarla, tıslamalarla kâh sürünerek kâh çarpık ayakları üzerinde iki yana sallana sallana yürüyen cazu, kapısı bağlanmamış ve de nazarlığı düşmüş bir ahıra denk gelince büyük bir iştahla içeriye girmiş. Ahırdaki atın huysuzlanmasına, deli gibi tepinmesine karşın ipini çözerek sırtına atlayarak ahırdan dışarıya çıkarmış. Sabaha kadar hayvana eziyet edip sokaklarda koşturmuş, kanını içerek perişan etmiş. Sabah ezanı okunurken de atı ahıra geri bırakıp sallana sallana kabrine geri dönmüş. Gün doğup horozlar öttüğünde, uyanıp da atlarının perişan halini gören Abdo ile Süleyman yorgun halinden ve kan ter içinde kalmasından, boynundaki tuhaf yaralardan korkup, atı mahallenin öbür ucunda izbe bir kulübede yaşayan Kurşuncu Fati’ye götürmüşler. Fati Kadın, atı görür görmez bir cazunun musallat olduğunu anlamış. Cazunun at ölene dek Cumartesi günleri haricinde her gece gelerek kanını emeceğini söyleyerek kapılarını sıkıca örtüp, nazarlık asıp atı da sıkıca bağlayarak zapt etmeleri gerektiğini söylemiş. Bunun üzerine Abdo ile Süleyman ahırlarına döner dönmez atı ahırın üstüne yapıldığı kadim taş binadan kalma temellere zincirledikten sonra kapılarına yeniden nazarlık ve sarımsak asmışlar. Cazu gelince tedbir olsun diye odun kesmeye yarar nacaklarını Tenekeci Tıbı’ya götürüp keskinleştirdikten sonra geceyi beklemeye koyulmuşlar.

            Gün geceye dönüp yatsı okunduğu vakit Abdo ile Süleyman oldukları yerde sızdığında, kabrinden çıkıp gelen cazu bir kere tadını alarak musallat olduğu atın tepesine çıkmak için yine sürüne sürüne ahırın önüne gelmiş. Kapıyı bağlı, tılsımları da asılı görünce ahırın duvarlarına vurarak içeriye girmeye çalışmış. Korkuyla yerlerinden sıçrayan Abdo ile Süleyman oldukları yere sinmiş, arada bir pencereye yapışıp kara tırnaklarını cama sürten kızıl gözlü cazudan korkularından ne yapacaklarını şaşırmışlar. Cazunun geldiğini hisseden at olduğu yerde toynaklarıyla yeri eşeleyerek deli gibi kişnemeye başlamış. Cazu içeriye giremeyince atı dışarıya çağırmış tıpkı önceki kurbanlarına yaptığı gibi. At muazzam bir güçle zincirlerinden kurtularak ahırın kapısını yıkarak dışarıya fırlar fırlamaz cazu atın tepesine binerek boynunu dişlemeye başlamış. Abdo ile Süleyman can havliyle ne yapacaklarını pek de bilemeden dörtnala koşturan beygirin peşine düşmüşler. En son cazu zaten kendine hayrı olmayan beygirin tüm kanını çektiğinde beygir olduğu yere yığılıp kalmış. Cazu beygirden akan son birkaç damla kanı yalamanın derdine düşmüşken Süleyman hırsla arkasından yetişip: “Abe emdin kuruttun beygiri kuruttun!” diye baltayı cazunun kafasına indirivermiş. Cazu kafasından akan siyah kanlarla beygirin üstüne yığılıp hayvanın kafası bu kanlarla simsiyaha dönerken, Abdo yol yordam bilir diye mahalleden aşağıya inerek rica minnet Sen Jorj Kilisesi’nin Bulgar papazını çağırmış. Cazu kendi taraflarına da iner diye korkan papaz, Edirne Bulgar cemaatinden bazı gençleri de ardına takıp atın tepesinde ölüp kalmış cazunun cenazesinin yanına gelmişler. Süleyman’ın balta darbesiyle böyle ölüp kalmasına bir anlam verememişlerse de adettendir diye cazunun kalbini çıkarıp kalbinden bir kavşak kenarına göbeğinden kazıklayarak gömüp ağzına sarımsak doldurdukları kafasını kesip başka bir tarafa gömmüşler.

            Beygirlerinin kaybıyla muazzep Abdo ile Süleyman, artık işe yaramaz diye atı kimsecikler görmeden büyük ve geniş bir çadır bezine sardıktan sonra ertesi gün geç vakitte gizli gizli kaçak kesim yapan beygir kasaplarına götürüp satmayı düşünmüşler. Bu yerlerde hayvan namına her türlü şey kesildiğinden bir günlük ölmüş bir beygirin bile etinin kesilip paragöz bir kasaba satılması işten bile değilmiş. Ertesi gün akşama doğru ancak kendilerine gelip çadır bezinin bir ucuna yapışarak ölü beygirlerini kaçak beygir kasaplarından birine götürmüşler. O günkü şarap paralarını ve kayıntılarını çıkartacak bir miktarda anlaştıktan sonra hayvanın leşini kasabın önüne bırakmışlar. Kasap kokmuş hayvan leşlerini kesmeye alıştığından zerre iğrenme emaresi göstermeden sanki hayır bir iş yapıyormuş gibi besmeleyle bıçağını çektiğinde hayvan olduğu yerde debelenmeye başlamış. Kasap, Abdo ve Süleyman’ın şaşkın bakışları arasında kızıl gözleriyle cana gelen, sivri dişlerini göstere göstere kişneyen at kasabı çifteyle yere yıkınca kasap bir yana Abdo ile Süleyman başka yöne doğru kaçmışlar.. Az buçuk gavur, Müslüm dualarıyla ahıra geri dönen Abdo ile Süleyman, yaptıkları iş ortaya çıkar diye kimseye bahsetmemeye ant içmişler. Ancak at peşlerini bırakmamış. Çünkü kafası yarılan cazunun kanları ağzına dökülünce cazu gibi hortladığından bir hortlak misal en önce yakınlarına musallat olmuş. Onların ardından ahırın kapısına dayanan beygir, toynaklarını duvarlara vura vura, pencereden sivri dişlerini gösterip korkunç seslerle kişneye kişneye Abdo ile Süleyman’ı derin korkulara gark etmiş.

En son Süleyman’ın aklına bir çare gelmiş. Hem de öyle bir çare ki insan öyle bir durumda neyi nasıl akıl ettiğine şaşarmış. Süleyman: “Abe Abdo ne üldürelim bunu? Yakalayıp zapt edelim, ortlayan beygir diye er yerde anlatırız! Erkezler panayır gibi gürmeye gelir, sipali verirler. Paşalar gibi zengin uluruz beya!” deyince onun da aklına yatmış. Üzerine sarımsak koçanları bağladıkları bir cins kemendi hazır ettikten sonra ahırın kapısını açıp beygiri içeriye çağırmışlar. Kana susamış hortlak beygir korkunç kişnemelerle ahıra girer girmez sarımsaklı kemendi beygirin boynundan geçirdikten sonra karışık dualarla, sarımsak sürdükleri zincirlere dolayarak yine duvara zincirlemişler, ancak bu kez dualı zincir ve iplerle bağlandığından duvardan koparmaya gücü yetmemiş. Camdan pencereden bedava seyreden olur diye çadır bezleriyle ahırın camını kapatıp sabahı beklemeye başlamışlar.

Ertesi gün mahalleye ahırlarında ölümden dönmüş, kimsenin görüp işitmediği tuhaf bir beygir bulunduğunu söyleyince ilk önce kimse sözlerine inanmayarak milletten para cukkalamak için uydurabileceklerini düşünmüşler. Ancak merakına yenik düşen Malu isimli bir kadın, siyah toynaklı, korkunç görünüşlü, sivri dişlerini göstere göstere korkunç seslerle kişneyen ateş kızılı gözlü hortlak beygiri görüp tüm mahallenin dedikoducularına yayınca hortlak beygiri görmek isteyenler evin önünde kuyruk olup Abdo ile Süleyman’a miktarı ölçülemez paralar kazandırmışlar. Hortlak beygirin namı cümle Rumeli’ye ve İstanbul’a dek uzanmış, başka başka semtlerden paşalar, beyzadeler, erkekliğini sınamak isteyen kabadayılar, melankoliden avurtları çökmüş feylesoflar, parası ve zamanı bol bir nice amelsiz kimseler Menzilahırı’ndaki o ahıra gelerek hortlak beygiri görmek istemişler. Osmanlı gazeteleri mevzuyu yazmak istemiş ancak padişahtan ziyade padişahçı sansür kurulunda bulunan bir paşa: “Kalabalığın resmini gösterip memlekette kıtlık var derler, padişahımıza halel getirmek için kullanırlar!” diye haber yapılmasını yasaklamış. Kapitülasyon marifetiyle yasağı delebilen ecnebi gazetecilerden birkaçı da fotoğraflarda bulutlu gibi görünen bu hortlak beygirin hikâyesini Frenk neşriyatında meşhur etmişler.

Günün birinde Frenk illerinden bir mektup gelmiş Abdo ile Süleyman’a. Tahmis Meydanı’na inerek arzühalci Avram Efendi’ye mektubu okuttuklarında bir Frenk soylusunun gelerek atı istedikleri miktarı belirterek satın almak istediği yazıyormuş. Avram Efendi’ye, cevaben bir mektup yazdırarak yüklü bir paraya beygiri satabileceklerini ve ahırın adresini cimine noktasına kadar yazdırıp göndermişler. Öyle ya bu mektubun sahibi hakikaten gelirse bu yüklü parayla hayatları külliyen değişebilirmiş. Fırtınanın ağaçları neredeyse kökünden söktüğü, korkunç uğultularla estiği bir gece ahırın kapısı çalmış. Kapıyı açtıklarında boynu sargılı, soluk benizli, tepeden tırnağa siyahlara bürünmüş, sol yanında büyükçe bir süvari kılıcının asılı olduğu tuhaf görünüşlü bir Frenkle karşılaşmışlar. Tek cümle konuşmadan Frenk onlara koca bir kesede istedikleri parayı verdikten sonra kendisine kanı ısınmış gibi görünen hortlak beygiri çözdürüp sırtına atlamış. O esnada Abdo ile Süleyman tuhaf şeyler görmüş. Beygirin sırtına atlayan Frenk birden boynundaki sargıyı çıkarmış. Başını omuzlarından sökerek alelade bir kelle gibi elinde taşıyarak kara suretli beygirle birlikte dörtnala ilerlemiş. Elinde kesik kellesini sallayan kesikbaş, sırtına bindiği hortlak beygirin ürkünç kişneme sesleri arasında gözden kaybolup gitmiş…


SON

Mehmet Berk Yaltırık
10 Ağustos 2013-İstanbul


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder