25 Temmuz 2014 Cuma

Bir Acayip Hovardalık

(Bir Tuhaf Hovardalık, Gölge E-Dergi, 73. Sayı, Ekim 2013, s. 09-12)

(Ahmed Rasim’in Fuhş-i Atik-Eski İstanbul’da Hovardalık adlı hatıratından ilham alınarak yazılmıştır… M.B.Y)

            Eski İstanbul’un hovardalık hikâyeleri, baskınları, aşkları, kapışmaları elbette ki meşhurdur. Yaşı yetenler yaşadıklarını, muasırlarımız büyüklerinden dinlediklerini, daha ufaklar muzır neşriyata düşkünlüklerinden yazıya aktarıldığı kadarını bildiğinden herkesin malumudur. Sayısız hikâye ve mesel anlatılır durur. Ancak en acayibini seneler evvel Allah rahmet eylesin meşhur muharrir Ahmed Rasim Beyefendi’den dinlemişizdir, hatta o esnada orada bulunan Maarif Kalemi kâtiplerinden Şekip Bey de hızlıca steno ederek yazıya dökmüştür. Görelim bakalım o gece merhum Ahmed Rasim üstadımız neler anlatmış:

            “Eski İstanbul’un en debdebeli en hareketli senelerinde bizim de bazı hovardalıklarımız olmuştur elbet. Hatta bunları vakti zamanında Fuhş-i Atik namıyla neşrettik. Ancak yaşadığım bir hadise vardır ki sadece hovardalık olarak değil, kendi hayatımın dahi en acayip, en akıl sır ermez hadisesidir. Ben pek öyle kocakarı masallarına, üfürkçü palavralarına itimat etmem lakin bir vakit öyle dehşetli bir hadiseye şahit oldum ki şu zamanda bile gayri ihtiyari tüylerim diken diken olmaktadır. Bu hadiseyi Fuhş-i Atik’e yazmaya da cesaret edemedim, şimdi sizlere nakletmekteyim.

            İkinci Meşrutiyet’ten çok önceydi, Sultan Hamid devri tabi. İstibdad’ın en göz açtırmadığı seneler. Sokaklarda Fehim Paşa’ların, Arap Abdullah’ların, Matlı Mustafa’ların, Onikilerin cirit attığı, evlerden köprü altlarına binbir çeşit bitirimhanenin, batakhanenin fabrika misali çalıştığı vakitler… Fuhş-i Atik’te bahsettiğim, hovardalık ahbablarımdan bizim Perukâr’ın berber dükkânındayız. Yine ahbablarımdan, Fuhş-i Atik’i okuduysanız tanıyacağınız Faiz Bey de orada. Gündüz vakti, dükkan açık ama Perukâr piyasada yok. Karşısındaki terzi madama sorduk: “Siz gelmeden bir-iki saat evvel kapıya haydut görünüşlü, bitirim kıyafetli biri geldi. Perukâr beyoğlumu takımları ile aldı gitti, dükkânı da kapatmaya lüzum görmedi.” dedi, madama belli etmedik ama endişe duyduk. Belli ki traşa gitmişti ama haydut görünüşlü adam lafı geçtiğinden haliyle korkuyorduk. O vakitler İstanbul’da kaldırım kurdu, sokak kopuğu, külhanbeyi, kabadayı gırla! Bazı semtlerde gündüz gözüyle adam bıçaklanır, en lüks tiyatroda silahlar atılır, umumhanelerden kadın kaçırılırdı… Neyse baktık bizim Perukâr köşeyi dönmüş geliyor, neşeli neşeli de yürüyor sanırsın maşukasının koynundan çıkıp da gelmiş. Geldi ama yerinde duramıyor, bize selam verirken boyne “Yaşadınız! Hadi yaşadınız!” diye söyleniyor, bizi büyük meraka gark ediyordu. Madamın bize söylediklerini ona da söyledikçe daha da keyifleniyor, manalı manalı gülüyordu. Neyden sonra Faiz’in uzattığı konyak şişesinden bir yudum alınca kendine geldi de bizleri meraktan kurtardı:

“Kapıya gelen o külhanbeyi, Gugulik Süleyman’ın adamlarından.”
“Bu Gugulik Süleyman, meşhur Onikiler’den Gugulik Süleyman değil mi?”
“Öp babanın elini! Ta kendisi! Bir müsademe yaşanmış gece, bir adamıyla birlikte ahbaplarından birinin bu civardaki evine sığınmış. Saçını sakalını kesmesi iktiza etmiş, ipini koparmış bir kiralık fedainin kurşunlarına gelmesin diye, adamını göndermiş: “İlk rastladığın berberi kap gel!” diye emretmiş. O şahıs da benim dükkâna gelince haliyle beni çağırttı.”
“Ey? Peki bu sevincinin sebebi nedir?”
“Patlama yahu anlatacağız! Neyse ben ilk güvenmedim, adamın sıfatından belinde taşıdığı makineden mütevellit korktum biraz. Gugulik Süleyman der demez Onikiler’in belalı maceraları gözümün önüne geldi, dükkânı bile kapatmayı unutup takımları alıp çıktım. Ecel terleri döke döke traş ettim koca kabadayıyı. Memnun kaldı, hem bahşiş verdi hem de sevinçli anına denk gelmiş: “Sen beni bu müşkül vaziyetten kurtardın ben de sana bir kıyak yapayım, ahbaplarını al gel. Birlikte Anika’nın Yeri’ne gidelim!”
“Ufak at da civcivler yesin be Perukâr!”
“Yalanım varsa namerdim. İnanmıyorsanız akşamüzeri kaldığı yere gelin benimle, Anika’nın Yeri’ne gittiğimiz vakit görelim kim yalancı!”

Teklifini kabul edip dükkânda akşamı beklemeye başladık. İnanmamamız gayet yerindeydi, zira o vakitler Anika’nın Yeri tıpkı Kaymak’ın Yeri gibi sadece bu türden belalı kabadayıları, külhanbeyi geçinen paşazadeleri, bitirim mirasyedileri kabul eden, bizim gibi masum(!) hovardaların eşiğine bile yaklaşamayacağı umumhanelerdendi. Yani öyle kalkıp Bomonti Birahanesi’ne gider gibi gidemezdiniz azizim, daha içeriye adımınızı atamadan kapıda bekleyen kabadayılardan biri maazallah kaba etinizden şişleyiverirdi! Dükkânda akşama kadar muhabbet ettik, bir-iki müşteri geldi gitti akşam ezanı okunurken dükkânı kapatıp hep birlikte çıktık. Perukâr’ın bizi getirdiği evin önüne gelene kadar halen bu Anika’nın Yeri mevzusuna palavra gözüyle bakıyorduk. Lakin kapısında silahlı külahlı birkaç külhaninin beklediği bir eve gelir gelmez vaziyetin sahici olduğunu anlamakta gecikmedik! Gugulik Süleyman Bey bizi davet edince yukarı çıkmış, sofada kısa bir muhabbete girmiştik. Ancak bizim halimiz görülmeye değerdi doğrusu. Ben henüz talebeyim, hovardalık alemlerine tam alışmamışım, şimdi ise tam karşımda hakkında kanlı hikayeler dinlediğim Onikiler’den biri oturuyor. İnsan nasıl korkmasın? Çekincemizi Gugulik Süleyman Bey de anlamış olacak ki muhabbeti sürdürdü, Perukâr’ın konuşmasının hoşuna gittiğinden bahsetti biz de kendimizi anlattıkça Gugulik Bey’e ısındık ancak sanki sadrazam paşanın huzurundaymışçasına bir çekincemiz hep vardı. Kahvelerimizi içtikten sonra hep birlikte kalkıp evden çıktık, yanımızda yöremizde ceket omuzda bıçak kuşakta külhanilerle Anika’nın Yeri’ne doğru yollandık. Biz tabi Gugulik’in ardında o kadar silahlı adamın ortasında yürüyoruz ya bu sefer korku yerini somun pehlivanlarına yaraşır kof bir cesarete bıraktı. İnsanların korkulu bakışlarından, köşe başlarında racon kesen kaldırım itlerinin kafalarını kabahat işlemiş gibi eğmelerine öylesine tesir altında kaldık ki sanırsınız ben de o azılı kabadayılardan biri olup çıkmışım!

İşte biz bu halde Anika’nın evine geldik. Madam Anika geçkin yaşına rağmen güzelce bir hanımdı, bizleri kapıda karşıladı. Evin odalarından çeşitli müzik sesleri, naralar duyulmakta. O vakitler baskınlar meşhur bir evde hovardalık edildiğini mahalleli bir duysun anında imamı önlerine katıp kalabalıkla evleri basar zamparaları döve döve karakola dek sürüklerlerdi. Ama ahalinin bu kabadayı güruhuna dişi geçer mi? Bellerinde tabanca, bıçak eksik olmayan, işledikleri cinayetlerden ötürü cana kıymak icap ederse çekinmez bu kimseleri sıkıysa karakola dek sürükle bakalım! Biz tabi eğlenmeye koyulduk, evin sermayelerinin her tenden her soydan güzelliklerine meftun olduk, ancak bizi yine bir korku aldı. Madam Anika’nın yüzü sararıp solmuş bir halde odanın önünden geçtiğini görünce, Faiz’le ben “Ne oluyor?” diye çekindik. Perukâr oralı olmayıp eğlenmeye devam etti ama bizim içimize bir kere kurt düşmüştü. Gugulik Bey de bizim bu halimizi görüp neden korktuğumuzu sorunca meseleyi ona da aktardık. “Benim misafirimsiniz kılınıza kimse dokunamaz. Mühim bir şey değildir, şimdi sordurur öğrenirim mevzuyu” diyerek bir adamını Madam Anika’nın yanına gönderdi. Adam odaya soluk bir yüzle dönüp, fısıltıyla: “Belgradlı Zoran da eğlenmeye gelmiş. Tesadüf bu ya Dağlı Eşref de evde. Birbirlerinden haberleri yokmuş. Aralarındaki husumet malum, bir rezalet çıkar diye çekiniyormuş.” deyince, Gugulik Süleyman da belli belirsiz bir çekince gösterince biz iyice telaşlandık. Süleyman Bey: “Sizin çekinmenize gerek yok. Bu Dağlı ile Belgradlı, iki gaddar kabadayıdır. Nedenini kimse bilmez hiç geçinemezler, ölümüne hasımdırlar. O yüzden birbirlerinin pek semtine uğramazlar. Anika onları idare eder, kazasız belasız!” deyince biraz rahatladık. Ama iş öyle gitmedi tabi.

Faiz’le ben korkunun tesiriyle olacak hacetimizi gidermek için ayakyoluna inmek maksadıyla Gugulik’ten müsaade isteyip odadan çıktık. Tam o esnada karşı odalardan birisinin kapısından gözleri öfkeden kızıla kesmiş dağ gibi bir adam gürültüyle çıktı. Madam Anika ardından bağırıyordu: “Aman Eşref paşamu, kendine gelesin!” diye beyhude yere çırpınıyordu. Dağlı Eşref dedikleri kişi bu olmalıydı. Biz tam hacetimizi gidermekten göz işaretleşmemizle vazgeçip odaya dönecekken bu sefer çaprazımızdaki odanın da kapısı gürültüyle açıldı, gözleri bir acayip, soluk suratlı bir kabadayı çıktı. Dağlı’ya öfkeyle bakmasından ötürü bunun da Belgradlı Zoran olduğunu anladık. Anladık anlamasına ya biz de korkudan helak olduk, bize bir halel gelecek diye mıh gibi çakılıp kaldık olduğumuz yere. Aralarında Slav lisanında söyleşmeye başlamışlardı dillerini anlamıyorduk ama bağrışmalarından ötürü birbirlerine sövdükleri gün gibi meydandaydı.
İşte tüm acayiplik o söyleşmenin ardından başladı. Dağlı Eşref gözümüzün önünde sara hastası gibi titremeye başladı. Titriyordu ama bir yandan da kuduz itler gibi ağzı köpürüyor, tuhaf hırıltılar çıkarıyordu. Koca adamın sanki maymun misali kıllar çıkardığını, kan çanağı gözlere ve taşra çıkmış koca dişlere büründüğünü gördük! Ecinni misali bir mahluk olup çıkmıştı. Belgradlı da birden bire ateş kızılı korkunç gözlerle bakmaya başlayıp taşra çıkmış sivri dişlerle buna hırıldamaya başlamasın mı? Bunlar birbirlerinin üzerine atılıp kendi ecinni fıtratlarınca pençeleşmeye başladılar. Ben kabadayı kapışması da gördüm ama böyle iki ecinni kabadayının kapışmasını ilk kez görüyordum. Kurt suretine bürünmüş Dağlı Eşref korkunç bir uluma koyuverince tüm cümbüş sesleri ve gülüşmeler sükût etmişti. Biz de o ulumanın tesiriyle iyice korkup can havliyle odaya geri dönüp kapıyı ardımızdan sıkıca kapatmıştık. Süleyman Bey, adamlarına kapıyı tutturup kapışma bitene kadar beklememizi söyleyince emrine uyduk. İçeriden tuhaf hırıltılar, tıslamalar geliyordu. Gün doğmaya yakın sesler aniden kesilince odadan çıkmıştık. Ezana yakın ikisinin de kapışmayı bırakıp çekip gittiklerini öğrendik. Süleyman Bey, hayatımızın tehlikeye girmemesi için bu geceden ve olanlardan kimseye bahsetmememizi emretti, sonra da evlere dağıldık.

Birkaç hafta hovardalığa da çıkamadık, evden işe, işten eve… Neyden sonra bir Bulgar külhanisiyle bir meyhanede sohbet hâsıl oldu. O da bu kapışmaya şahit olmuş bize meseleyi anlattı. Bunların itikadınca Balkan memleketlerinde “vampir” dedikleri kan içen hortlaklarla “vurdalak” dedikleri kurt suretli adam parçalayan ecinnilere dönüşen mahlûklar birbirleriyle süreta kapışmaktalarmış. Biz evvelce Evliya Çelebi’de Kafkas cazularının kapışmalarını okumuştuk ancak böylesine bir şeye evvelce şahit olmamıştık. Buna göre Belgradlı hortlak iken, Dağlı Eşref vurdalakmış, işte bu yüzden o gece birbirlerinin kokularını almışlar, o yüzden kapışmışlarmış. Meşrutiyet’ten evvel ikisi de ortalıktan kayboldu, öldürdüler mi birbirlerini, yoksa güç yetiremeyip kaçtılar mı Allah bilir!

Doğru mudur yalan mı bilmem. Belki hokkabazlıktır, belki bu kabadayıların nam salmak için sırları kendilerine has bir tür madrabazlığıdır kim bilir? Ancak bu hadiseye şahit olduğumuzdan, ne ilimle ne de fenle izah edemedik, çocukluğumuzun korkulu düşleri misali bu hadise de aramızda öyle unutuldu gitti işte…”
SON
Mehmet Berk Yaltırık
9 Eylül 2013 – İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder