(Bir
Tuhaf Hovardalık, Gölge E-Dergi, 73. Sayı, Ekim 2013, s. 09-12)
(Ahmed Rasim’in Fuhş-i Atik-Eski
İstanbul’da Hovardalık adlı hatıratından ilham alınarak yazılmıştır… M.B.Y)
Eski İstanbul’un hovardalık
hikâyeleri, baskınları, aşkları, kapışmaları elbette ki meşhurdur. Yaşı
yetenler yaşadıklarını, muasırlarımız büyüklerinden dinlediklerini, daha
ufaklar muzır neşriyata düşkünlüklerinden yazıya aktarıldığı kadarını
bildiğinden herkesin malumudur. Sayısız hikâye ve mesel anlatılır durur. Ancak
en acayibini seneler evvel Allah rahmet eylesin meşhur muharrir Ahmed Rasim
Beyefendi’den dinlemişizdir, hatta o esnada orada bulunan Maarif Kalemi
kâtiplerinden Şekip Bey de hızlıca steno ederek yazıya dökmüştür. Görelim
bakalım o gece merhum Ahmed Rasim üstadımız neler anlatmış:
“Eski
İstanbul’un en debdebeli en hareketli senelerinde bizim de bazı
hovardalıklarımız olmuştur elbet. Hatta bunları vakti zamanında Fuhş-i Atik
namıyla neşrettik. Ancak yaşadığım bir hadise vardır ki sadece hovardalık
olarak değil, kendi hayatımın dahi en acayip, en akıl sır ermez hadisesidir.
Ben pek öyle kocakarı masallarına, üfürkçü palavralarına itimat etmem lakin bir
vakit öyle dehşetli bir hadiseye şahit oldum ki şu zamanda bile gayri ihtiyari
tüylerim diken diken olmaktadır. Bu hadiseyi Fuhş-i Atik’e yazmaya da cesaret
edemedim, şimdi sizlere nakletmekteyim.
İkinci
Meşrutiyet’ten çok önceydi, Sultan Hamid devri tabi. İstibdad’ın en göz
açtırmadığı seneler. Sokaklarda Fehim Paşa’ların, Arap Abdullah’ların, Matlı
Mustafa’ların, Onikilerin cirit attığı, evlerden köprü altlarına binbir çeşit
bitirimhanenin, batakhanenin fabrika misali çalıştığı vakitler… Fuhş-i Atik’te
bahsettiğim, hovardalık ahbablarımdan bizim Perukâr’ın berber dükkânındayız.
Yine ahbablarımdan, Fuhş-i Atik’i okuduysanız tanıyacağınız Faiz Bey de orada.
Gündüz vakti, dükkan açık ama Perukâr piyasada yok. Karşısındaki terzi madama
sorduk: “Siz gelmeden bir-iki saat evvel kapıya haydut görünüşlü, bitirim
kıyafetli biri geldi. Perukâr beyoğlumu takımları ile aldı gitti, dükkânı da
kapatmaya lüzum görmedi.” dedi, madama belli etmedik ama endişe duyduk. Belli
ki traşa gitmişti ama haydut görünüşlü adam lafı geçtiğinden haliyle
korkuyorduk. O vakitler İstanbul’da kaldırım kurdu, sokak kopuğu, külhanbeyi,
kabadayı gırla! Bazı semtlerde gündüz gözüyle adam bıçaklanır, en lüks
tiyatroda silahlar atılır, umumhanelerden kadın kaçırılırdı… Neyse baktık bizim
Perukâr köşeyi dönmüş geliyor, neşeli neşeli de yürüyor sanırsın maşukasının
koynundan çıkıp da gelmiş. Geldi ama yerinde duramıyor, bize selam verirken
boyne “Yaşadınız! Hadi yaşadınız!” diye söyleniyor, bizi büyük meraka gark
ediyordu. Madamın bize söylediklerini ona da söyledikçe daha da keyifleniyor, manalı
manalı gülüyordu. Neyden sonra Faiz’in uzattığı konyak şişesinden bir yudum
alınca kendine geldi de bizleri meraktan kurtardı:
“Kapıya gelen o
külhanbeyi, Gugulik Süleyman’ın adamlarından.”
“Bu Gugulik
Süleyman, meşhur Onikiler’den Gugulik Süleyman değil mi?”
“Öp babanın
elini! Ta kendisi! Bir müsademe yaşanmış gece, bir adamıyla birlikte
ahbaplarından birinin bu civardaki evine sığınmış. Saçını sakalını kesmesi
iktiza etmiş, ipini koparmış bir kiralık fedainin kurşunlarına gelmesin diye,
adamını göndermiş: “İlk rastladığın berberi kap gel!” diye emretmiş. O şahıs da
benim dükkâna gelince haliyle beni çağırttı.”
“Ey? Peki bu
sevincinin sebebi nedir?”
“Patlama yahu
anlatacağız! Neyse ben ilk güvenmedim, adamın sıfatından belinde taşıdığı
makineden mütevellit korktum biraz. Gugulik Süleyman der demez Onikiler’in
belalı maceraları gözümün önüne geldi, dükkânı bile kapatmayı unutup takımları
alıp çıktım. Ecel terleri döke döke traş ettim koca kabadayıyı. Memnun kaldı,
hem bahşiş verdi hem de sevinçli anına denk gelmiş: “Sen beni bu müşkül
vaziyetten kurtardın ben de sana bir kıyak yapayım, ahbaplarını al gel.
Birlikte Anika’nın Yeri’ne gidelim!”
“Ufak at da
civcivler yesin be Perukâr!”
“Yalanım varsa
namerdim. İnanmıyorsanız akşamüzeri kaldığı yere gelin benimle, Anika’nın
Yeri’ne gittiğimiz vakit görelim kim yalancı!”
Teklifini kabul
edip dükkânda akşamı beklemeye başladık. İnanmamamız gayet yerindeydi, zira o
vakitler Anika’nın Yeri tıpkı Kaymak’ın Yeri gibi sadece bu türden belalı
kabadayıları, külhanbeyi geçinen paşazadeleri, bitirim mirasyedileri kabul
eden, bizim gibi masum(!) hovardaların eşiğine bile yaklaşamayacağı
umumhanelerdendi. Yani öyle kalkıp Bomonti Birahanesi’ne gider gibi
gidemezdiniz azizim, daha içeriye adımınızı atamadan kapıda bekleyen
kabadayılardan biri maazallah kaba etinizden şişleyiverirdi! Dükkânda akşama
kadar muhabbet ettik, bir-iki müşteri geldi gitti akşam ezanı okunurken dükkânı
kapatıp hep birlikte çıktık. Perukâr’ın bizi getirdiği evin önüne gelene kadar
halen bu Anika’nın Yeri mevzusuna palavra gözüyle bakıyorduk. Lakin kapısında
silahlı külahlı birkaç külhaninin beklediği bir eve gelir gelmez vaziyetin
sahici olduğunu anlamakta gecikmedik! Gugulik Süleyman Bey bizi davet edince
yukarı çıkmış, sofada kısa bir muhabbete girmiştik. Ancak bizim halimiz
görülmeye değerdi doğrusu. Ben henüz talebeyim, hovardalık alemlerine tam
alışmamışım, şimdi ise tam karşımda hakkında kanlı hikayeler dinlediğim
Onikiler’den biri oturuyor. İnsan nasıl korkmasın? Çekincemizi Gugulik Süleyman
Bey de anlamış olacak ki muhabbeti sürdürdü, Perukâr’ın konuşmasının hoşuna
gittiğinden bahsetti biz de kendimizi anlattıkça Gugulik Bey’e ısındık ancak
sanki sadrazam paşanın huzurundaymışçasına bir çekincemiz hep vardı.
Kahvelerimizi içtikten sonra hep birlikte kalkıp evden çıktık, yanımızda
yöremizde ceket omuzda bıçak kuşakta külhanilerle Anika’nın Yeri’ne doğru
yollandık. Biz tabi Gugulik’in ardında o kadar silahlı adamın ortasında yürüyoruz
ya bu sefer korku yerini somun pehlivanlarına yaraşır kof bir cesarete bıraktı.
İnsanların korkulu bakışlarından, köşe başlarında racon kesen kaldırım
itlerinin kafalarını kabahat işlemiş gibi eğmelerine öylesine tesir altında
kaldık ki sanırsınız ben de o azılı kabadayılardan biri olup çıkmışım!
İşte biz bu
halde Anika’nın evine geldik. Madam Anika geçkin yaşına rağmen güzelce bir
hanımdı, bizleri kapıda karşıladı. Evin odalarından çeşitli müzik sesleri,
naralar duyulmakta. O vakitler baskınlar meşhur bir evde hovardalık edildiğini
mahalleli bir duysun anında imamı önlerine katıp kalabalıkla evleri basar
zamparaları döve döve karakola dek sürüklerlerdi. Ama ahalinin bu kabadayı
güruhuna dişi geçer mi? Bellerinde tabanca, bıçak eksik olmayan, işledikleri
cinayetlerden ötürü cana kıymak icap ederse çekinmez bu kimseleri sıkıysa
karakola dek sürükle bakalım! Biz tabi eğlenmeye koyulduk, evin sermayelerinin
her tenden her soydan güzelliklerine meftun olduk, ancak bizi yine bir korku
aldı. Madam Anika’nın yüzü sararıp solmuş bir halde odanın önünden geçtiğini
görünce, Faiz’le ben “Ne oluyor?” diye çekindik. Perukâr oralı olmayıp
eğlenmeye devam etti ama bizim içimize bir kere kurt düşmüştü. Gugulik Bey de
bizim bu halimizi görüp neden korktuğumuzu sorunca meseleyi ona da aktardık.
“Benim misafirimsiniz kılınıza kimse dokunamaz. Mühim bir şey değildir, şimdi
sordurur öğrenirim mevzuyu” diyerek bir adamını Madam Anika’nın yanına
gönderdi. Adam odaya soluk bir yüzle dönüp, fısıltıyla: “Belgradlı Zoran da
eğlenmeye gelmiş. Tesadüf bu ya Dağlı Eşref de evde. Birbirlerinden haberleri
yokmuş. Aralarındaki husumet malum, bir rezalet çıkar diye çekiniyormuş.”
deyince, Gugulik Süleyman da belli belirsiz bir çekince gösterince biz iyice
telaşlandık. Süleyman Bey: “Sizin çekinmenize gerek yok. Bu Dağlı ile
Belgradlı, iki gaddar kabadayıdır. Nedenini kimse bilmez hiç geçinemezler,
ölümüne hasımdırlar. O yüzden birbirlerinin pek semtine uğramazlar. Anika
onları idare eder, kazasız belasız!” deyince biraz rahatladık. Ama iş öyle
gitmedi tabi.
Faiz’le ben
korkunun tesiriyle olacak hacetimizi gidermek için ayakyoluna inmek maksadıyla
Gugulik’ten müsaade isteyip odadan çıktık. Tam o esnada karşı odalardan
birisinin kapısından gözleri öfkeden kızıla kesmiş dağ gibi bir adam gürültüyle
çıktı. Madam Anika ardından bağırıyordu: “Aman Eşref paşamu, kendine gelesin!”
diye beyhude yere çırpınıyordu. Dağlı Eşref dedikleri kişi bu olmalıydı. Biz
tam hacetimizi gidermekten göz işaretleşmemizle vazgeçip odaya dönecekken bu
sefer çaprazımızdaki odanın da kapısı gürültüyle açıldı, gözleri bir acayip,
soluk suratlı bir kabadayı çıktı. Dağlı’ya öfkeyle bakmasından ötürü bunun da
Belgradlı Zoran olduğunu anladık. Anladık anlamasına ya biz de korkudan helak
olduk, bize bir halel gelecek diye mıh gibi çakılıp kaldık olduğumuz yere.
Aralarında Slav lisanında söyleşmeye başlamışlardı dillerini anlamıyorduk ama bağrışmalarından
ötürü birbirlerine sövdükleri gün gibi meydandaydı.
İşte tüm
acayiplik o söyleşmenin ardından başladı. Dağlı Eşref gözümüzün önünde sara
hastası gibi titremeye başladı. Titriyordu ama bir yandan da kuduz itler gibi
ağzı köpürüyor, tuhaf hırıltılar çıkarıyordu. Koca adamın sanki maymun misali
kıllar çıkardığını, kan çanağı gözlere ve taşra çıkmış koca dişlere büründüğünü
gördük! Ecinni misali bir mahluk olup çıkmıştı. Belgradlı da birden bire ateş
kızılı korkunç gözlerle bakmaya başlayıp taşra çıkmış sivri dişlerle buna
hırıldamaya başlamasın mı? Bunlar birbirlerinin üzerine atılıp kendi ecinni
fıtratlarınca pençeleşmeye başladılar. Ben kabadayı kapışması da gördüm ama
böyle iki ecinni kabadayının kapışmasını ilk kez görüyordum. Kurt suretine
bürünmüş Dağlı Eşref korkunç bir uluma koyuverince tüm cümbüş sesleri ve
gülüşmeler sükût etmişti. Biz de o ulumanın tesiriyle iyice korkup can havliyle
odaya geri dönüp kapıyı ardımızdan sıkıca kapatmıştık. Süleyman Bey, adamlarına
kapıyı tutturup kapışma bitene kadar beklememizi söyleyince emrine uyduk.
İçeriden tuhaf hırıltılar, tıslamalar geliyordu. Gün doğmaya yakın sesler
aniden kesilince odadan çıkmıştık. Ezana yakın ikisinin de kapışmayı bırakıp
çekip gittiklerini öğrendik. Süleyman Bey, hayatımızın tehlikeye girmemesi için
bu geceden ve olanlardan kimseye bahsetmememizi emretti, sonra da evlere
dağıldık.
Birkaç hafta
hovardalığa da çıkamadık, evden işe, işten eve… Neyden sonra bir Bulgar
külhanisiyle bir meyhanede sohbet hâsıl oldu. O da bu kapışmaya şahit olmuş
bize meseleyi anlattı. Bunların itikadınca Balkan memleketlerinde “vampir”
dedikleri kan içen hortlaklarla “vurdalak” dedikleri kurt suretli adam
parçalayan ecinnilere dönüşen mahlûklar birbirleriyle süreta kapışmaktalarmış.
Biz evvelce Evliya Çelebi’de Kafkas cazularının kapışmalarını okumuştuk ancak
böylesine bir şeye evvelce şahit olmamıştık. Buna göre Belgradlı hortlak iken, Dağlı
Eşref vurdalakmış, işte bu yüzden o gece birbirlerinin kokularını almışlar, o
yüzden kapışmışlarmış. Meşrutiyet’ten evvel ikisi de ortalıktan kayboldu,
öldürdüler mi birbirlerini, yoksa güç yetiremeyip kaçtılar mı Allah bilir!
Doğru mudur
yalan mı bilmem. Belki hokkabazlıktır, belki bu kabadayıların nam salmak için
sırları kendilerine has bir tür madrabazlığıdır kim bilir? Ancak bu hadiseye
şahit olduğumuzdan, ne ilimle ne de fenle izah edemedik, çocukluğumuzun korkulu
düşleri misali bu hadise de aramızda öyle unutuldu gitti işte…”
SON
Mehmet Berk Yaltırık
9 Eylül 2013 – İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder