21 Ağustos 2017 Pazartesi

Cadıların Güneşi

(Daha önce Pera Müzesi Blog'da 11 Haziran 2016'da http://blog.peramuzesi.org.tr/featured/cadilarin-gunesi/ adresinde yayınlandı. İngilizcesi için: http://blog.peramuzesi.org.tr/en/featured/cadilarin-gunesi/)
          Eylül güneşi altında, ziyadesiyle kızgın sac misali ateş saçan kayalıklardan geçiyorum. Uzaktan uzağa fark edilen çizgiler ve çatlamış kayalar haricine tek bir ağaç, tek bir ot yok. Beni tekrar eski memleketime savuran mektubun peşinde bu tepeye dek taban teptim. Gerçi bir zamanlar memleketim olan eski memleketim demeli. Balkan harpleri sonrasında buralarda hangi vadi Osmanlı, hangisi Bulgar meçhul. Zira Rodopların tepelerinde, güney taraflarında Türk komitacıları, kuzeyinde Bulgar komitacıları dolanıyor. Hatta güneyde bazı Osmanlı zabitleri ayrı bir hükümet kurmuşlar. Balkanların hazin kaderi. Devletler içre devletler...
            Sonuncu Balkan Harbi’nin nihayetinde, Fransız bir gazeteci olarak girdim Bulgar Krallığı’na. Hürriyet’in ilanından evvel siyasi takibat neticesinde Osmanlı tabiiyetinden Fransız vatandaşlığına geçmiştim. Beni yıllar sonra buralara, yıkılmış köylerin ve alelacele gömülmüş toplu cenaze yığınlarının çepeçevre saçıldığı, ölüm kokan bu yerlere getiren şey bir mektup. Gazetecilik benim için bir kılık, ben başka bir şeyin peşindeyim. Yaptığım şey akıl kârı olmadığı gibi mektupta yazan şeyler de akıl kârı değil. Ancak dostluk bağları ve haysiyetle açıklanabilir…
            Fransa’ya kaçışımda ve yerleşmemde bana yardımcı olan Agâh Nadi’ye karşı hiçbir şekilde ödeyemeyeceğim manevi borç, işte beni komitaların, çetelerin, ölümün kol gezdiği bu dağ başlarına sürükledi.
            Agâh Nadi’nin başlıca iki merakı başını türlü belalara sokmuştu. İlki siyasi meselelerle fazlaca içli dışlı olmasıydı. Fransa’ya çok önceden iltica ettiğinden bir ahbabım vasıtasıyla kendisiyle irtibata geçmiştim. Onun sayesinde yerleşmem ve vatandaşlığa kabulüm söz konusu olabildi. Kendisi Fransız siyasiyesi ile dahi alakadardı ancak kalemine hürmet gösterildiğinden pek takibata uğramıyordu. Zaten bu merakının da şayet varlarsa Fransa’daki jurnalci takımının ihbarlarına konu olmak haricinde bir fenalığı yoktu. Asıl fenalığı öteki merakıydı…
            Fransa’ya gittiği senelerde Agâh Nadi her ne kadar rasyonel düşünceye haiz biri olsa da batıda yeni yeni alaka uyandırmaya başlayan ispritizma meseleleriyle tanışmıştı. Alakası hevese, hevesi tutkuya dönüşmüştü. İspritizma ile birlikte manyetizma, nihayetinde günümüzde artık batıl kabul edilen büyücülük, medyumluk gibi sahalara da merak salmıştı. Benimle tanıştığı esnada bu raddeleri çoktan geçmiş, Svedenborgyanizm, Yeni Platonculuk üzerinden öte âlemlerin varlığı üzerine kafa yormaya başlamıştı. Dünyanın türlü çeşit yerinden mektuplar alıyor, konuyla alakalı bültenleri, kitapları takip ediyordu. Bu mevzuların meraklıları ile dolup taşan tuhaf cemiyetlerle de irtibatı vardı. Tutkusunu alaka ve heves ile tanımlayamam, bu meraktı. Ötedekiyle temasa geçmeye dair ölümcül bir merak.
            Bir sohbetimiz esnasında ağzımdan yanlışlıkla “Balkan muhacirlerinin kocakarı hikâyeleri” lakırdısı çıkınca ailesine (orada izdivaç yapmış, Fransız bir hanımla evlenmişti) ufak bir iş seyahatine çıktığı bahanesini savurarak ortalıktan kaybolmuştu. Bir ay geçip kendisinden bir haber gelmeyince sağa sola haber bıraktım ama netice yoktu. Balkan Harbi’nin başlamasına yakın çıkıp gelmişti. Balkan topraklarında gezindiğini, tekinsiz söylencelerin ardından pek çok mezarlıkta ve viranelerde dolaştığını anlatmıştı. Karadağlıların Yeni Pazar’a hücum etmesi üzerine harp dedikoduları hakikate dönüşme emaresi gösterince geri dönmüştü. Öte dünyaya dair o harabelerde kabristanlarda bir şeyler görüp görmediğini sordum, neticenin menfi olduğunu söyleyip bahsi kapattı.
            Bu seyahatin ardından merakı körelir sandık ama aksine daha ziyade meşgul olmaya başladı. Mektuplaşmaları artmış, tuhaf cemiyetlerle mülakatları da pek sıklaşmıştı. Kendisini sıkıştırınca peşinde olduğu şeyi anlattı. Ecnebilerin “kült alanı” dedikleri, insanların belli bir tabiatüstü güce atfedip dilek diledikleri, arzularını yerine getirmek için ayinler yaptıkları bir yeri arıyordu. Rumeli taraflarında olduğunu duyduğu bu yerin mıntıkasını bilmiyordu ancak neye benzediğini öğrenmişti, mektuplarında sıklıkla bu yeri soruyordu. Kayalarına türlü çeşit acayip şeklin resmedildiği ve neredeyse boydan boya bu suretlerle damgalanmış bir yüksek tepe ve tepenin tüm çıplaklığına rağmen sanki kabristanmışçasına zirvede boy atmış sık servi ağaçları. Bu alelade dilek yerinde ne olduğunu anlatmadı. Osmanlı topraklarında dilek dilenen, adak adanan pek çok türbe, mum yakılan kaya, çaput bağlanan ağaç vardı.
            Bir aralık arayışı sonuç vermeyince vazgeçecek gibi oldu. Yunanistan’dan gelen ve uzun uzadıya aradığı kült alanını tarif edip hikâyesini anlatan o lanetli mektup eline ulaşmasaydı vazgeçecekti de. Rodop dağlarının bir noktasında, antik dönemde cadılar büyücüler mabudesi addedilen Hekate’ye adanmış bir kült alanından bahsediyordu mektup. Cahiliye devirlerinden günümüze kâfir ve Hristiyan Bulgarların, Türklerin, oradan gelip geçenlerin tırmanıp dileklerini kömür tozlarıyla yahut kazıyarak tasvir ettikleri bir tepenin bulunduğu anlatılıyordu. Bu mektubun ardından yine bir başka mektuplaşma safhası başladı. Bu sefer İngiltere’den bir ispritizma cemiyeti reisi, bazı kült alanlarının bir tür manevi güç barındırdıklarını söyleyen ve Agâh’ın aradığı yerin de böyle bir yer olabileceğini söyleyen bir mektup gönderince işin rengi değişti. Agâh Nadi kendi itikadınca aradığı yerin böyle bir kült merkezi olabileceğini iddia ediyordu.
            Elem verici olaylar tepenin bulunduğu yeri tarif eden ve bir Bulgar muallim tarafından yazılmış kısa bir mektuptan sonra başladı. Folklor ve bilhassa halk inançları üzerine tetkiklerde bulunan bu muallim, Rodop dağlarının falanca tarafında, böyle bir tepe bulunduğunu, başkası için kem niyette bulunmak isteyen ahalinin fazlaca tırmanmadan dileklerini kayalıklarına çizdiği bu yere “Cadılar Tepesi” denildiğini yazmıştı. Ancak Agâh’ı asıl etkileyen son satırlarda yazdıklarıydı. Ahali buranın tepesine çıkan kimselerin öte âlemlere (bizdeki cinler âlemi gibi) karışacağına inanıyordu. Öte âlemlere göz atabilmek adına bu Agâh için bulunmaz fırsattı, öyle inanıyordu.
            Hem hanımı hem ben Agâh’ı ne olduğu belirsiz bir lakırdı ardından o taraflara gitmemesi için dil döktük. Biliyorduk ki yine Balkan dağlarının yolunu tutacaktı. Balkan Harbi’nin tüm şiddetiyle sürüp gitmesinden hareketle böyle bir seyahatte istese de bulunmayacağını söylese de dikkat ediyorduk. Balkan Harbi’nin son demlerinde bir gün ortalıktan kayboluverdi. Mektupların önemli olanları ve şahsi notları yanında olduğundan nereye gittiğini bilemiyorduk. Çaresiz yine dönüp gelmesini bekleyecektik.
            Kendisinin kaybolmasından aylar geçti, ikinci Balkan Harbi patlak verdi, o esnada Bulgaristan’da bir dağ köyünden onca harp hengâmesine rağmen nasıl bize ulaştığına hala hayret ettiğim bir mektup geldi. Agâh Nadi yazmıştı. Bulunduğu yeri mükemmelen tarif edip gelemeyiş sebebini ve arayışının nihayetine yaklaştığını söylüyordu.
            “V… köyünün bir köşesindeki metruk handa kaleme aldığım bu satırlar sizde delirdiğim intibaını uyandıracaktır. Lakin benim gözümle görmediğim bir şeye inanmadığım, bu nedenle böylesine hararetli tetkikata giriştiğim malum. Ömrümü vakfettiğim araştırmalar nihayet buldu. Zira öte âlemin kapılarını ucu ucuna da olsa görebildim. Cadıların düğününü gördüm! Balkan ahalisinin ekseriya zikrettiği cin düğünü hurafelerinde bahsi geçen muhayyel cümbüşlerine ve toplaşmalarına şahitlik ettim! Burada cadılar ve ecinniler öte alemin kapılarını aralamakla kalmıyor, alemlerin arasındaki perdede yırtık açıp öbür güneşi doğuruyorlar. Ecinniler aleminin karanlık ve korku saçan güneşini. Uzaktan gördüklerim dahi korkudan beni olduğum yere mıhladı. O acayip serencamın hayali gözlerimin önünden gitmiyor. Ancak cesaretimi toplayıp lazım. Daha yakından görmeliyim. Bu mektubu beni merak etmemeniz için gönderiyorum zira o tepeye tırmandıktan sonra ne göreceğim meçhul… Buranın gençlerinden biri şehre kadar inip postalayacağını söyledi. Agâh Nadi.”
            Mektup harp şartları yüzünden iki ayda ulaşmıştı elimize. Agâh ya dönüş yolundaydı yahut orada kalmıştı. Elim kolum bağlı bekleyemezdim. Lazım gelen evrakları temin edip ben de Bulgar Krallığı’na yollandım.
            Agâh Nadi, tepenin bulunduğu yeri tarif etse de bulamamaktan, ahbabımın cesediyle karşılaşmaktan yahut hiç karşılaşamamaktan korkuyordum en başta. Balkanlara yaklaştıkça, harabeye dönmüş ölüm kokan yerlerden geçtikçe bambaşka şeylerden korkmaya başladım. Dağ patikalarının kenarlarında muhacirlerin cenazeleri, çamurlu toprak yollarda göç katarları, köylerde ateş yakıp şenlik eden komitacıların gürültüleri, yerinde yurdunda kalan ancak yine bir harbin patlak vermesinden korkan köylüler… Fransızca konuşuyordum, Fransız gazeteci hüviyetindeydim (Agâh Nadi’nin yazdığı yerlerde birkaç mesel yazmışlığım vardı), bu âleme çoktan yabancılaştığımı zannediyordum. Lakin gördüğüm acılar ve eski aidiyetim üzerinden bir zarar görme korkusu bana unuttuğumu sandığım birçok şeyi hatırlatmıştı. Peşinde olduğum ahbabım gibi ben de tehlikedeydim…
            Yolculuğumun en tuhaf kısmı ise tepenin yerini ararken konuştuğum insanlar oldu. Önce uzaktan şöyle bir gördüğü için rahatlıkla yerini tarif edenlere rastladım. Yaklaştıkça yerini söylemede bu kadar cömert olmayan, hatta gitmemem için korkutan, tehdit eden kimselere denk gelir oldum. Karşılaştığım her ağız bana yarı Türkçe yarı Bulgarca tüyler ürpertici rivayetler anlatıyordu.
            Sabaha karşı denk geldim aradığım şeye. Gün doğarken, tan kızıllığı esnasında bembeyaz çıplak bir tepe. Çizgi ve çatlaklarla kaplı sanki bir devin sanat eseriymişçesine bunlarla süslü. Tepenin zirvesinde rüzgârda tekinsizce bir o yana bir bu yana sallanan servi ağaçları görünüyor.
            Tepeyle arasında hayli mesafe bulunan, Agâh Nadi’nin son mektubunda bahsettiği köye geldim evvela. Köyün hanına gidip Agâh Nadi’nin suretini tarif edince en son iki ay önce gördüklerini söylediler. Handa çalışan gençten bir çocuk (bahsi geçen mektubu o şehre indirmişti), iki aydır görünmediğini son kez o tepeye tırmandığını söyledi. Fark ettiğim anda dehşete düşüren bir ayrıntıyı da bu esnada fark ettim. Buraya uzakken insanlar rahatlıkla “Cadılar Tepesi” diyebiliyorlardı. Ancak yaklaştıkça bu ismi duymaz olmuştum. Bizim Türk ahalinin baykuştan arpacık kumrusu, domuzdan dağda gezen, kurttan canavar, ecinniden iyi saatte olsunlar diye bahsetmesi gibi onlar da neredeyse tepenin adını hiç zikretmiyorlardı. Adını andıkları vakit koca tepeyi çağırmaktan korkarmışçasına “orası”, “o tepe” deyip geçiştiriyorlardı. Olmadık kayalık yerlerden çıkıp önümü kesen komitacılar buranın yolunda da hiç görünmemişti.
            Handa güneş batıncaya kadar dinlendim. Gün batımına yakın uyanınca gitmemem konusunda çok uyardılar ama en azından arkadaşımdan kalanları, şayet kalabilmişse bulmam lazım. Köylülerin tavırları ve anlattıkları beni ziyadesiyle ürkütse de vicdanım korkumdan daha ağır basıyordu.
            İşte şimdi Eylül güneşi altında, gün batımına rağmen saatlerce güneşin altında pişmiş ziyadesiyle kızgın sac misali ateş saçan kayalıklardan geçiyorum. Uzaktan uzağa fark ettiğim çizgiler ve kaya çatlaklarının insanların kendi elleriyle yaptıkları damgalar, tasvirler olduğunu görüyorum. Putperestlerin zamanından bugüne tasvir edilmiş arzu ve istekler. Ancak fark ettiğim hep kötü dilekler, beddualar. Düşmanının ailesini tasvir edenler, sevdiği kadını tasvir edenler ve üzerlerinde fark ettiğim kurumuş kan lekeleri. Bunca zamanın binlerce insanın öfke ve nefreti bu tepeye nakşedilmiş. Geldiğim yollardaki yok edilmiş köylerde ve cesetlerle dolu yollarda bile böylesine kan ve vahşet görmedim. Tepede belki de bu yüzden tek bir ot bile yetişmemiş zira sürgün verememiş. Ölüm arzusundan yaşamaya fırsat bulamadılar muhtemelen.
            Tepeye vardım. Hava çoktan karardı. Önümde tuhaf bir düzlük var ve sayısız gibi görünen servi ağaçları. Eski memleketimin mezarlıklarını anımsatan yüzlerce ve sık aralıklı serviler. Karanlıkta sanki her birinin bir sureti var, canlı gibiler. Korkunç suretleriyle bana bakan kocaman suratları var. Ellerini kollarını açmış dalları beni bekliyor gibiler. Karanlığın ortasında Agâh Nadi’den bir iz, emare arıyorum. Servi gölgelerinin altından korka sakına geçiyorum. Servilerle çevrilmiş bir açıklığa geliyorum. Adeta bir meydan. Sanki servilerin karanlığında beni seyreden gözler var. Gördüğüm şeyleri zihnimin bana oynadığı bir oyun addederek cesaret bulmaya çalışıyorum.
            Ta ki o sesler gelene kadar…
            Gecenin ortasında yükselen davul sesleri, alabildiğine ve gelişigüzel üflenen borular… İnsanın işittiklerine aykırı bir curcunanın patırtısı… Acaba onlar mı geliyor?
            Servi ağaçlarının gölgeleri daha kuşatıcı ve korunaklı görünüyor gözüme. Bir büyük servinin gövdesini siper ederek açıklığa bekliyorum. Onlar geliyor gerçekten de. Gecenin pelerini altında yürüyen şekilsiz, eciş bücüş suretler, beddualarla lanetlerle uğraşmaktan çarpılmış kollar, öte âlemlerden kendilerini taşıyan biçimsiz bacaklar… Davul ve boru sesleri, kaynana zırıltısını andıran gülüşmeler, fütursuz bir şenlik… Karanlığın ortasında açıklığa toplanıyorlar. Delice bir gulgule peyda oluyor, cümle ecinni bir arada! İşte tepeye adını veren cadılar toplandı!
            Bir araya gelip öylesine karışıyorlar ve öylesine kendilerinden geçmişler ki bu korkulu sahne karşısında gözlerimi dahi kapatamıyorum. Korku vücudumu ele geçirmiş durumda. Ben onları ürpertiyle seyrederken birden bir ışık peyda oluyor ortalarında. Gökyüzü yıldızsız simsiyah ve ay kaybolmuş. Öte âlemlerin kapısı aralanıyor. Şenliğin ortasındaki ışık gittikçe artıyor. Ancak huzur vermesi gerekirken insanda korku ve endişe uyandıran, insan aklının sınırlarını zorlayan bir aydınlık bu.
            O yükseliyor. Cadıların güneşi! Öte âlemin kapıları açıldı! Kıpkızıl bir güneş lakin ışığı yutan, ışık yerine karanlık saçan bir güneş. Rengini buradaki kötücül dileklerin, bedduaların neticesi olan kanlardan almış gibi. Ecinnilerin curcunası arasında, onların çarpık ellerinde göğe yükseliyor. Gittikçe büyüyor sanki.
            Ancak o da ne?
            Güneşin içinde bir suretle göz göze geliyorum. Acıyla yoğrulmuş bin türlü işkenceden geçmiş bir siluet sanki. Bizim âlemimizden iken onlarınkine karışıp yavaş yavaş şeklini biçimini kaybetmeye başlamış bir suret. Acı çeken bir insan! Bakan kişide bir acıma uyandıran ancak hemen akabinde korkutan, ürküten bir çehre!
            O yüzle göz göze geldik bir anda. Gözlerimi ondan alamıyorum. Tekinsiz bir aşinalık var. Galiba sonunda aradığımı buldum. Bir zamanlar Agâh’a ait olan bir surete bakıyorum yahut cadıların güneşinde seyrettiğim kendimim. Kendi ruhum. Bu bedbaht yere gelerek Agâh’ın akıbetini paylaşan talihsiz ruhum…
            Öte âlemin kapılarını göreceğimi hiç tahmin etmiyordum.
            Şimdi oradayım.
            Cadıların ve ecinnilerin güneşinin, biçimsiz ve günahkar bedenleri ebediyete dek kavurduğu bu tarifsiz mekanda…
SON
Mehmet Berk Yaltırık
26 Mayıs 2016 – Edirne

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder