(Daha önce Pera Müzesi Blog'da 11 Haziran 2016'da http://blog.peramuzesi.org.tr/featured/cadilarin-gunesi/ adresinde yayınlandı. İngilizcesi için: http://blog.peramuzesi.org.tr/en/featured/cadilarin-gunesi/)
Eylül
güneşi altında, ziyadesiyle kızgın sac misali ateş saçan kayalıklardan
geçiyorum. Uzaktan uzağa fark edilen çizgiler ve çatlamış kayalar haricine tek
bir ağaç, tek bir ot yok. Beni tekrar eski memleketime savuran mektubun peşinde
bu tepeye dek taban teptim. Gerçi bir zamanlar memleketim olan eski memleketim
demeli. Balkan harpleri sonrasında buralarda hangi vadi Osmanlı, hangisi Bulgar
meçhul. Zira Rodopların tepelerinde, güney taraflarında Türk komitacıları,
kuzeyinde Bulgar komitacıları dolanıyor. Hatta güneyde bazı Osmanlı zabitleri
ayrı bir hükümet kurmuşlar. Balkanların hazin kaderi. Devletler içre
devletler...
Sonuncu Balkan Harbi’nin
nihayetinde, Fransız bir gazeteci olarak girdim Bulgar Krallığı’na. Hürriyet’in
ilanından evvel siyasi takibat neticesinde Osmanlı tabiiyetinden Fransız
vatandaşlığına geçmiştim. Beni yıllar sonra buralara, yıkılmış köylerin ve
alelacele gömülmüş toplu cenaze yığınlarının çepeçevre saçıldığı, ölüm kokan bu
yerlere getiren şey bir mektup. Gazetecilik benim için bir kılık, ben başka bir
şeyin peşindeyim. Yaptığım şey akıl kârı olmadığı gibi mektupta yazan şeyler de
akıl kârı değil. Ancak dostluk bağları ve haysiyetle açıklanabilir…
Fransa’ya kaçışımda ve yerleşmemde
bana yardımcı olan Agâh Nadi’ye karşı hiçbir şekilde ödeyemeyeceğim manevi
borç, işte beni komitaların, çetelerin, ölümün kol gezdiği bu dağ başlarına
sürükledi.
Agâh Nadi’nin başlıca iki merakı
başını türlü belalara sokmuştu. İlki siyasi meselelerle fazlaca içli dışlı
olmasıydı. Fransa’ya çok önceden iltica ettiğinden bir ahbabım vasıtasıyla
kendisiyle irtibata geçmiştim. Onun sayesinde yerleşmem ve vatandaşlığa kabulüm
söz konusu olabildi. Kendisi Fransız siyasiyesi ile dahi alakadardı ancak
kalemine hürmet gösterildiğinden pek takibata uğramıyordu. Zaten bu merakının
da şayet varlarsa Fransa’daki jurnalci takımının ihbarlarına konu olmak
haricinde bir fenalığı yoktu. Asıl fenalığı öteki merakıydı…
Fransa’ya gittiği senelerde Agâh
Nadi her ne kadar rasyonel düşünceye haiz biri olsa da batıda yeni yeni alaka
uyandırmaya başlayan ispritizma meseleleriyle tanışmıştı. Alakası hevese,
hevesi tutkuya dönüşmüştü. İspritizma ile birlikte manyetizma, nihayetinde
günümüzde artık batıl kabul edilen büyücülük, medyumluk gibi sahalara da merak
salmıştı. Benimle tanıştığı esnada bu raddeleri çoktan geçmiş,
Svedenborgyanizm, Yeni Platonculuk üzerinden öte âlemlerin varlığı üzerine kafa
yormaya başlamıştı. Dünyanın türlü çeşit yerinden mektuplar alıyor, konuyla
alakalı bültenleri, kitapları takip ediyordu. Bu mevzuların meraklıları ile
dolup taşan tuhaf cemiyetlerle de irtibatı vardı. Tutkusunu alaka ve heves ile
tanımlayamam, bu meraktı. Ötedekiyle temasa geçmeye dair ölümcül bir merak.
Bir sohbetimiz esnasında ağzımdan
yanlışlıkla “Balkan muhacirlerinin
kocakarı hikâyeleri” lakırdısı çıkınca ailesine (orada izdivaç yapmış, Fransız
bir hanımla evlenmişti) ufak bir iş seyahatine çıktığı bahanesini savurarak
ortalıktan kaybolmuştu. Bir ay geçip kendisinden bir haber gelmeyince sağa sola
haber bıraktım ama netice yoktu. Balkan Harbi’nin başlamasına yakın çıkıp
gelmişti. Balkan topraklarında gezindiğini, tekinsiz söylencelerin ardından pek
çok mezarlıkta ve viranelerde dolaştığını anlatmıştı. Karadağlıların Yeni
Pazar’a hücum etmesi üzerine harp dedikoduları hakikate dönüşme emaresi
gösterince geri dönmüştü. Öte dünyaya dair o harabelerde kabristanlarda bir
şeyler görüp görmediğini sordum, neticenin menfi olduğunu söyleyip bahsi
kapattı.
Bu seyahatin ardından merakı körelir
sandık ama aksine daha ziyade meşgul olmaya başladı. Mektuplaşmaları artmış,
tuhaf cemiyetlerle mülakatları da pek sıklaşmıştı. Kendisini sıkıştırınca
peşinde olduğu şeyi anlattı. Ecnebilerin “kült alanı” dedikleri, insanların
belli bir tabiatüstü güce atfedip dilek diledikleri, arzularını yerine getirmek
için ayinler yaptıkları bir yeri arıyordu. Rumeli taraflarında olduğunu duyduğu
bu yerin mıntıkasını bilmiyordu ancak neye benzediğini öğrenmişti,
mektuplarında sıklıkla bu yeri soruyordu. Kayalarına türlü çeşit acayip şeklin
resmedildiği ve neredeyse boydan boya bu suretlerle damgalanmış bir yüksek tepe
ve tepenin tüm çıplaklığına rağmen sanki kabristanmışçasına zirvede boy atmış
sık servi ağaçları. Bu alelade dilek yerinde ne olduğunu anlatmadı. Osmanlı
topraklarında dilek dilenen, adak adanan pek çok türbe, mum yakılan kaya, çaput
bağlanan ağaç vardı.
Bir aralık arayışı sonuç vermeyince
vazgeçecek gibi oldu. Yunanistan’dan gelen ve uzun uzadıya aradığı kült alanını
tarif edip hikâyesini anlatan o lanetli mektup eline ulaşmasaydı vazgeçecekti
de. Rodop dağlarının bir noktasında, antik dönemde cadılar büyücüler mabudesi
addedilen Hekate’ye adanmış bir kült alanından bahsediyordu mektup. Cahiliye
devirlerinden günümüze kâfir ve Hristiyan Bulgarların, Türklerin, oradan gelip
geçenlerin tırmanıp dileklerini kömür tozlarıyla yahut kazıyarak tasvir
ettikleri bir tepenin bulunduğu anlatılıyordu. Bu mektubun ardından yine bir
başka mektuplaşma safhası başladı. Bu sefer İngiltere’den bir ispritizma
cemiyeti reisi, bazı kült alanlarının bir tür manevi güç barındırdıklarını
söyleyen ve Agâh’ın aradığı yerin de böyle bir yer olabileceğini söyleyen bir
mektup gönderince işin rengi değişti. Agâh Nadi kendi itikadınca aradığı yerin
böyle bir kült merkezi olabileceğini iddia ediyordu.
Elem verici olaylar tepenin
bulunduğu yeri tarif eden ve bir Bulgar muallim tarafından yazılmış kısa bir
mektuptan sonra başladı. Folklor ve bilhassa halk inançları üzerine tetkiklerde
bulunan bu muallim, Rodop dağlarının falanca tarafında, böyle bir tepe
bulunduğunu, başkası için kem niyette bulunmak isteyen ahalinin fazlaca
tırmanmadan dileklerini kayalıklarına çizdiği bu yere “Cadılar Tepesi”
denildiğini yazmıştı. Ancak Agâh’ı asıl etkileyen son satırlarda yazdıklarıydı.
Ahali buranın tepesine çıkan kimselerin öte âlemlere (bizdeki cinler âlemi
gibi) karışacağına inanıyordu. Öte âlemlere göz atabilmek adına bu Agâh için
bulunmaz fırsattı, öyle inanıyordu.
Hem hanımı hem ben Agâh’ı ne olduğu
belirsiz bir lakırdı ardından o taraflara gitmemesi için dil döktük. Biliyorduk
ki yine Balkan dağlarının yolunu tutacaktı. Balkan Harbi’nin tüm şiddetiyle
sürüp gitmesinden hareketle böyle bir seyahatte istese de bulunmayacağını
söylese de dikkat ediyorduk. Balkan Harbi’nin son demlerinde bir gün ortalıktan
kayboluverdi. Mektupların önemli olanları ve şahsi notları yanında olduğundan
nereye gittiğini bilemiyorduk. Çaresiz yine dönüp gelmesini bekleyecektik.
Kendisinin kaybolmasından aylar
geçti, ikinci Balkan Harbi patlak verdi, o esnada Bulgaristan’da bir dağ
köyünden onca harp hengâmesine rağmen nasıl bize ulaştığına hala hayret ettiğim
bir mektup geldi. Agâh Nadi yazmıştı. Bulunduğu yeri mükemmelen tarif edip
gelemeyiş sebebini ve arayışının nihayetine yaklaştığını söylüyordu.
“V…
köyünün bir köşesindeki metruk handa kaleme aldığım bu satırlar sizde
delirdiğim intibaını uyandıracaktır. Lakin benim gözümle görmediğim bir şeye
inanmadığım, bu nedenle böylesine hararetli tetkikata giriştiğim malum. Ömrümü
vakfettiğim araştırmalar nihayet buldu. Zira öte âlemin kapılarını ucu ucuna da
olsa görebildim. Cadıların düğününü gördüm! Balkan ahalisinin ekseriya
zikrettiği cin düğünü hurafelerinde bahsi geçen muhayyel cümbüşlerine ve
toplaşmalarına şahitlik ettim! Burada cadılar ve ecinniler öte alemin
kapılarını aralamakla kalmıyor, alemlerin arasındaki perdede yırtık açıp öbür
güneşi doğuruyorlar. Ecinniler aleminin karanlık ve korku saçan güneşini.
Uzaktan gördüklerim dahi korkudan beni olduğum yere mıhladı. O acayip
serencamın hayali gözlerimin önünden gitmiyor. Ancak cesaretimi toplayıp lazım.
Daha yakından görmeliyim. Bu mektubu beni merak etmemeniz için gönderiyorum
zira o tepeye tırmandıktan sonra ne göreceğim meçhul… Buranın gençlerinden biri
şehre kadar inip postalayacağını söyledi. Agâh Nadi.”
Mektup harp şartları yüzünden iki
ayda ulaşmıştı elimize. Agâh ya dönüş yolundaydı yahut orada kalmıştı. Elim
kolum bağlı bekleyemezdim. Lazım gelen evrakları temin edip ben de Bulgar
Krallığı’na yollandım.
Agâh Nadi, tepenin bulunduğu yeri tarif
etse de bulamamaktan, ahbabımın cesediyle karşılaşmaktan yahut hiç
karşılaşamamaktan korkuyordum en başta. Balkanlara yaklaştıkça, harabeye dönmüş
ölüm kokan yerlerden geçtikçe bambaşka şeylerden korkmaya başladım. Dağ
patikalarının kenarlarında muhacirlerin cenazeleri, çamurlu toprak yollarda göç
katarları, köylerde ateş yakıp şenlik eden komitacıların gürültüleri, yerinde
yurdunda kalan ancak yine bir harbin patlak vermesinden korkan köylüler…
Fransızca konuşuyordum, Fransız gazeteci hüviyetindeydim (Agâh Nadi’nin yazdığı
yerlerde birkaç mesel yazmışlığım vardı), bu âleme çoktan yabancılaştığımı
zannediyordum. Lakin gördüğüm acılar ve eski aidiyetim üzerinden bir zarar
görme korkusu bana unuttuğumu sandığım birçok şeyi hatırlatmıştı. Peşinde
olduğum ahbabım gibi ben de tehlikedeydim…
Yolculuğumun en tuhaf kısmı ise
tepenin yerini ararken konuştuğum insanlar oldu. Önce uzaktan şöyle bir gördüğü
için rahatlıkla yerini tarif edenlere rastladım. Yaklaştıkça yerini söylemede
bu kadar cömert olmayan, hatta gitmemem için korkutan, tehdit eden kimselere
denk gelir oldum. Karşılaştığım her ağız bana yarı Türkçe yarı Bulgarca tüyler
ürpertici rivayetler anlatıyordu.
Sabaha karşı denk geldim aradığım
şeye. Gün doğarken, tan kızıllığı esnasında bembeyaz çıplak bir tepe. Çizgi ve
çatlaklarla kaplı sanki bir devin sanat eseriymişçesine bunlarla süslü. Tepenin
zirvesinde rüzgârda tekinsizce bir o yana bir bu yana sallanan servi ağaçları
görünüyor.
Tepeyle arasında hayli mesafe
bulunan, Agâh Nadi’nin son mektubunda bahsettiği köye geldim evvela. Köyün
hanına gidip Agâh Nadi’nin suretini tarif edince en son iki ay önce
gördüklerini söylediler. Handa çalışan gençten bir çocuk (bahsi geçen mektubu o
şehre indirmişti), iki aydır görünmediğini son kez o tepeye tırmandığını
söyledi. Fark ettiğim anda dehşete düşüren bir ayrıntıyı da bu esnada fark
ettim. Buraya uzakken insanlar rahatlıkla “Cadılar Tepesi” diyebiliyorlardı.
Ancak yaklaştıkça bu ismi duymaz olmuştum. Bizim Türk ahalinin baykuştan arpacık
kumrusu, domuzdan dağda gezen, kurttan canavar, ecinniden iyi saatte olsunlar
diye bahsetmesi gibi onlar da neredeyse tepenin adını hiç zikretmiyorlardı.
Adını andıkları vakit koca tepeyi çağırmaktan korkarmışçasına “orası”, “o tepe”
deyip geçiştiriyorlardı. Olmadık kayalık yerlerden çıkıp önümü kesen
komitacılar buranın yolunda da hiç görünmemişti.
Handa güneş batıncaya kadar
dinlendim. Gün batımına yakın uyanınca gitmemem konusunda çok uyardılar ama en
azından arkadaşımdan kalanları, şayet kalabilmişse bulmam lazım. Köylülerin
tavırları ve anlattıkları beni ziyadesiyle ürkütse de vicdanım korkumdan daha
ağır basıyordu.
İşte şimdi Eylül güneşi altında, gün
batımına rağmen saatlerce güneşin altında pişmiş ziyadesiyle kızgın sac misali
ateş saçan kayalıklardan geçiyorum. Uzaktan uzağa fark ettiğim çizgiler ve kaya
çatlaklarının insanların kendi elleriyle yaptıkları damgalar, tasvirler
olduğunu görüyorum. Putperestlerin zamanından bugüne tasvir edilmiş arzu ve
istekler. Ancak fark ettiğim hep kötü dilekler, beddualar. Düşmanının ailesini
tasvir edenler, sevdiği kadını tasvir edenler ve üzerlerinde fark ettiğim
kurumuş kan lekeleri. Bunca zamanın binlerce insanın öfke ve nefreti bu tepeye
nakşedilmiş. Geldiğim yollardaki yok edilmiş köylerde ve cesetlerle dolu
yollarda bile böylesine kan ve vahşet görmedim. Tepede belki de bu yüzden tek
bir ot bile yetişmemiş zira sürgün verememiş. Ölüm arzusundan yaşamaya fırsat
bulamadılar muhtemelen.
Tepeye vardım. Hava çoktan karardı.
Önümde tuhaf bir düzlük var ve sayısız gibi görünen servi ağaçları. Eski
memleketimin mezarlıklarını anımsatan yüzlerce ve sık aralıklı serviler.
Karanlıkta sanki her birinin bir sureti var, canlı gibiler. Korkunç
suretleriyle bana bakan kocaman suratları var. Ellerini kollarını açmış dalları
beni bekliyor gibiler. Karanlığın ortasında Agâh Nadi’den bir iz, emare
arıyorum. Servi gölgelerinin altından korka sakına geçiyorum. Servilerle
çevrilmiş bir açıklığa geliyorum. Adeta bir meydan. Sanki servilerin
karanlığında beni seyreden gözler var. Gördüğüm şeyleri zihnimin bana oynadığı
bir oyun addederek cesaret bulmaya çalışıyorum.
Ta ki o sesler gelene kadar…
Gecenin ortasında yükselen davul
sesleri, alabildiğine ve gelişigüzel üflenen borular… İnsanın işittiklerine
aykırı bir curcunanın patırtısı… Acaba onlar mı geliyor?
Servi ağaçlarının gölgeleri daha
kuşatıcı ve korunaklı görünüyor gözüme. Bir büyük servinin gövdesini siper
ederek açıklığa bekliyorum. Onlar geliyor gerçekten de. Gecenin pelerini
altında yürüyen şekilsiz, eciş bücüş suretler, beddualarla lanetlerle
uğraşmaktan çarpılmış kollar, öte âlemlerden kendilerini taşıyan biçimsiz
bacaklar… Davul ve boru sesleri, kaynana zırıltısını andıran gülüşmeler,
fütursuz bir şenlik… Karanlığın ortasında açıklığa toplanıyorlar. Delice bir
gulgule peyda oluyor, cümle ecinni bir arada! İşte tepeye adını veren cadılar
toplandı!
Bir araya gelip öylesine
karışıyorlar ve öylesine kendilerinden geçmişler ki bu korkulu sahne karşısında
gözlerimi dahi kapatamıyorum. Korku vücudumu ele geçirmiş durumda. Ben onları
ürpertiyle seyrederken birden bir ışık peyda oluyor ortalarında. Gökyüzü
yıldızsız simsiyah ve ay kaybolmuş. Öte âlemlerin kapısı aralanıyor. Şenliğin
ortasındaki ışık gittikçe artıyor. Ancak huzur vermesi gerekirken insanda korku
ve endişe uyandıran, insan aklının sınırlarını zorlayan bir aydınlık bu.
O yükseliyor. Cadıların güneşi! Öte
âlemin kapıları açıldı! Kıpkızıl bir güneş lakin ışığı yutan, ışık yerine
karanlık saçan bir güneş. Rengini buradaki kötücül dileklerin, bedduaların
neticesi olan kanlardan almış gibi. Ecinnilerin curcunası arasında, onların
çarpık ellerinde göğe yükseliyor. Gittikçe büyüyor sanki.
Ancak o da ne?
Güneşin içinde bir suretle göz göze
geliyorum. Acıyla yoğrulmuş bin türlü işkenceden geçmiş bir siluet sanki. Bizim
âlemimizden iken onlarınkine karışıp yavaş yavaş şeklini biçimini kaybetmeye
başlamış bir suret. Acı çeken bir insan! Bakan kişide bir acıma uyandıran ancak
hemen akabinde korkutan, ürküten bir çehre!
O yüzle göz göze geldik bir anda.
Gözlerimi ondan alamıyorum. Tekinsiz bir aşinalık var. Galiba sonunda aradığımı
buldum. Bir zamanlar Agâh’a ait olan bir surete bakıyorum yahut cadıların
güneşinde seyrettiğim kendimim. Kendi ruhum. Bu bedbaht yere gelerek Agâh’ın
akıbetini paylaşan talihsiz ruhum…
Öte âlemin kapılarını göreceğimi hiç
tahmin etmiyordum.
Şimdi oradayım.
Cadıların ve ecinnilerin güneşinin,
biçimsiz ve günahkar bedenleri ebediyete dek kavurduğu bu tarifsiz mekanda…
SON
Mehmet Berk Yaltırık
26 Mayıs 2016 – Edirne
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder