5 Haziran 2016 Pazar

Küpteki Şey

(Aldente Fanzin için yazılmıştır)

“Kaçak Ramço süvar gezer daylerde more daylerde, müsademe eder zaptiyeyle more kolcuyla! Ramço dedikleri uslanmaz more uslanmaz, ne padişahe ne kneze dayleri bırakmaz more bırakmaz!” 

Gecenin köründe, Koca Balkan dağlarının böğründeki ormanlardan birinde keçi yolundan hallice bir patikadan at sırtında geçerken, köylülerin kendisine yaktığı türküyü okumakta olan Kaçak Ramço’ydu. Şumnu yakınlarında Bulgar Prensliği’ne tabi ormancılarla çıkan bir kavgadan ötürü dağa çıkmıştı. Başka eşkıya gruplarına katılmak yerine kendi yolunu çizmiş, kısmen ağa çocuğu olduğundan kahvehaneleri, köy odalarını gezer âşıklara, destancılara para yedirip kendisini kâh prenslik kolcularıyla kâh Osmanlı zabitleriyle müsademeye giren bir şanlı eşkıya olarak anlattırmış, adına yaktırdığı türküyle kendi efsanesini kurmuştu. Denk geldiği yolcuyu şanını kullanıp soyarak dağlarda hovardalıkla ömrünü geçiriyordu. 

Orman patikasında asude ilerlerken, ağaçların arasından duyduğu bir gürültüyle türküyü yarıda kesti. Gürültü kesik kesik devam ettiğinden ilkin tüfek patırtısı zannederek sırtındaki martin tüfeği eline alıp etrafına kulak kesildi. Zira birkaç gündür yöredeki prenslik kolcularının kumandanı kendisine göz açtırmıyordu ki görüldüğü yerde öldürülmesini emretmişti. Gürültünün tüfek patırtısı olmadığı kesindi lakin birisinin ahşap bir duvara, çite vururmuş gibi düzensiz çıkardığı bu gürültü tuhafına gitmişti. Üstelik gürültünün yanı sıra sanki kudurmuş bir insanın böğürtüsünü, hırıltısını andıran bir ses de ormanda yankılandığından merakı kabarmıştı. 

Atını gürültüden yana çevirip martin tüfeğini omzuna asmadan tırıs ilerletti. Gürültü az ilerideki mütevazı bir mandıradan gelmekteydi ki bir yanda mandaların arada bir böğürdükleri bir koca ağıl, bir de yağları kaymakları beklettikleri boy boy küpler, susaklar, güğümler vardı. İki gençten kimsenin kapısı kapalı kulübelerine dışarıdan bakarak kendi aralarında telaşlı telaşlı konuştuklarını gördü. Kulübenin içinden yükselen böğürtü ve hırıltı hem mandaların hem de köpeklerin sesini bastırmaktaydı. 

Mandıraya girer girmez gençlere seslenince gençler korkuyla dönüp ona baktılar. Tepeden tırnağa silahlı haliyle bir eşkıyayı, lakin süslü kıyafetleriyle bir mültezimi, ağayı andırdığından kim olduğunu anlayamadıkları bu atlıya tuhaf tuhaf bakarak selamladılar. 

Ramço: “Ben ki koca Kaçak Ramço’yum. Dağda devriye gezer idım duydum sesinizı, ne rezalet vardır burada?” deyince, gençler namını duydukları bu eşkıyanın karşısında el pençe divan durdular. 

Gençlerden biri sorusunu yanıtladı: “Ramço begım, bizım sütlerımıze, yuğurtlarımıza, kaymaklarımıza pisleyip murdar eden bir musibet var idı. Onu yakalamak içın yaptik bir duali, okunmuş mühürlı küp. Gece çökünce yanaştı o musibet küpe, tılsımla bağlandi kaldi, küp içine yutıldı. Eciş bücüş bir ilkat garibesıdır, ecinnıdır. Lakin ziyadesiyle azman idı çıkarıp nereya atacağımizi bilemedık. Kırılır ise tılsımı bozulur, çıkar bize musallat olur saldırır deye korkayiz!” 

Böyle deyince kafasında kuyruğu birbirine değmez kırk türlü tilki dolaşır Ramço’nun aklında bir fikir peyda oldu: “Bağlayin küpi iki uzun sırığa, taht-ı revan gibi getirın ardımdan. Kasabaya ineceyız, bilırum kime musallat edeceğımi!” 

O esnada Ramço’nun bahsettiği kasabanın girişindeki kolcu karakolunda Bulgar askerlerinden ikisi nöbette, diğerleri de binanın içindeydi. Karanlığın içinde iki köylünün omuzlarında sırık hamalları misali taşıdıkları bir koca küple karakola doğru koştuklarını görünce şaşırdılar. “Bomba mi vardır içınde be İgor! Çek silahıni!” diyen arkadaşının uyarısıyla iki kolcu tüfeklerini ellerine alıp köylülere doğrulttular. Köylülerden biri: “Mandıradan yağ getirirız kumandanın emridir!” deyince tüfekleri kumandan korkusundan indirmek zorunda kaldılar. 

Küp önlerinden geçirilirken sallanmasını o esnada taşındığı için pek fark etmediler ama içinden gelen hırıltıları duyunca bir kere daha şaşırdılar. “Taze yağdır herhalde köpürür durur be Petko!” diyerek çok takılmadılar. Köylüler küpü bir anda karakolun salonuna bırakıp geri dönüp dışarı çıkıp karanlığa çıkınca buna bir anlam veremediler. 

Lakin birden karanlığın içinden bir tüfek patırtısı işitip, kumandanlarının kellesini istediği Kaçak Ramço’yu at sırtında karşılarında görünce bir oyun olduğunu sanıp bomba zannıyla sağa sola kaçıştılar. Ramço haykırıyordu: “Kumandan! Ben Kaçak Ramço! Arar idın beni daylerde geldım sana! Gelirkena hedıye de getirdım. Uğraşmayasın benimla diye, bana ne kurşun işler ne de cin şeytan dokunur more!” 

Kumandan elinde tabanca karakolun kapısına çıkarıp ona doğru birkaç el ateş etti. Ancak sonradan gerisingeri dönerek arkasında olduğu yerde sallanmakta olup böğürtü sesleri çıkaran koca küpü fark etti. “Bu ne saçma iştır!” diyerek küpe bir kurşun sıkmasının akabinde koca karakolda parçalanan küp ile çığlığı basan kumandanın sesi bir oldu, bu şenliğe diğer kolcuların çığlıkları ve dehşetli hırıltılar da katıldı. 

Ramço hem karakoldaki şenliği seyreden kasabalılara hem karakoldakilere bağırdı: “Uğraşan olur ise benla te böyle mahvederim onu! Kaçak Ramço’dan korkun bre!” 

Ramço orman yoluna geri dönüp atını dörtnala sürdüğü esnada bu olayın namına yapacağı katkıyı ve toplayacağı haraçları düşünerek keyiflenince yine türküsünü söylemeye koyuldu: “Kaçak Ramço süvar gezer daylerde more daylerde, müsademe eder zaptiyeyle more kolcuyla! Ramço dedikleri uslanmaz more uslanmaz, ne padişahe ne kneze dayleri bırakmaz more bırakmaz!”

SON

Mehmet Berk Yaltırık
23 Ağustos 2015 – Edirne

Yıkılan Kule

(Daha önceden Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

Mora Sancağı’nın, Yanya Denizi sahillerinde daracık bir dağ geçidinin ardına düşen düzlükte kurulmuş olan ufak bir balıkçı köyüne, omzu tüfekli on derbentçi ilerlemekteydi. Venedik keferesiyle harp çıktığından mütevellit eli tüfek, kılıç tutar bir nice mücerred levend, sekban kavlinden paşa kapularına yahut derbentçilere yazılmış, silahlandırılarak bilhassa deniz kıyısındaki ücra derbentlere gönderilmişti. Venedik sefineleri yanaşıp karaya çeri dökerse sancaklara haber salacaklardı. İşte bu on derbentçi de, sancak beyinin emriyle sancağın en ücra köşelerinden birinde bulunan Ketus köyüne yerleşmelerini, askerden maada şüphelendikleri casus neviden kimselere karşı da uyanık olmalarını emretmişti.

Derbentçiler iki yanında dik yamaçlar bulunan dar boğazı geçip Ketus köyüne vasıl oldukları esnada derbentçilerden biri köyün bir ucunda tam deniz kıyısında yükselmekte olan ince, uzun harap olmuş bir kuleyi görünce manzaranın tanıdık gelmesine şaştı. Bu köye daha önce gelmediği halde kulenin kendisinde yarattığı aşinalık hissinin sebebini ararken bir anda anımsadı. Mora’dan yola çıkmadan önce pazarda dolaşırken elindeki boyalı, nakışlı deriden tasvirlerle bir tür fal bakan bir çingene kadına denk gelmişti. Kadın biraz para karşılığında istikballerini sual eden insanları cevaplıyordu. Bunu da elindeki deriden boyalı tasvirleri karıştırarak her seferinde bir kart seçmelerini söyleyerek yapıyor, çıkan karta göre istikballerinden bahsediyordu. Derbentçi de kadının yanına gidip para verdiğinde, kadın ona desteden üstü kapalı bir şekilde herhangi bir tasviri seçmesini söylemişti. Kadın derbentçinin seçtiği karta baktığında yüzü asılmıştı. Kartın üzerinde devasa bir deniz canavarının bedenine sarılarak harap ettiği bir kule tasvir edilmişti. Derbentçiye bu kartın ölüm habercisi olduğunu, istikbalinde erken bir ölümün onu beklediğini söylemişti. Derbentçi “yazılan gelir başa” kavlinden falcı kadının o vakit söylediği şeye kulak asmamıştı ama kuleyi görünce, o tasvirdeki kuleye benzediğini fark edince elinde olmadan ürpermişti. Sonradan kadının yahut tasvirleri nakşedenin evvelden bu kuleyi görüp öyle nakşetmiş olabileceğini düşünüp adımlarını sıklaştırarak diğer derbentçilerden geride kaldığını fark ederek onlara yetişti.

Derbentçiler köye girerken başlarındaki çavuş derbentçileri durdurarak nöbet tutacakları yerleri gösterdi. Kendisi dört adamla yamaca tırmanıp geçidi gözleyecekti. Diğer derbentçiler de köyün girişinde derbentçilere ayrılmış bulunan mütevazi handa bekleyecekti. Sadece bir tanesi, gemileri gözlemek için harap kulenin tepesinde bekleyecekti ki bunu yapması için çavuş, kuleyi acayip bir şeymişçesine seyreden malum derbentçiye emir vermişti. Derbentçi, kuleye baktıkça öleceği düşünse de çavuşun emrini ikiletmeden kuleye doğru yöneldi. Kuleye çıkmadan zaman geçer diye diğerlerinden önce kırbasına gizlice şarap doldurtmak için evvela hana girdi. Yaşlı bir hancı haricinde içeride kimsenin olmadığını, sinilerin ve duvarların tozdan bir örtüyle, örümcek ağlarıyla kaplı olduğunu gördü. Sanki yıllardır kimse uğramamış gibiydi. Hancının durduğu tezgahın başına giderek adamı selamladı:

“Kalimera barba!”
“Kalimera palikaryamu! Hangi ürüzgar atti seni buralara?”
“Derbentçiyim barba. Arkadaşlarım da birazdan gelecekler. Buraya pek gelen giden olmuyor herhalde?”
“Kimse kalmadi vre! Eskiden dalyanziler gelir idi, balik bol idi. Sonra o sey geldi, herkes kasti. Evler dahi bostur, bir ben kaldim elimden tutan olmadi…”
“Eşkıya yüzünden mi kaçtılar? Yoksa Venedik keferesi mi kaçırdı?”
“Eskiya? Ha, kleftisleri dersin! Ohi vre, gelmez buralara onlar. Venedik keferesi desen bu yanda pek gözükmemislerdir. Baska bir sey oldu, insanlar seneler evvel kasti. Baslarina geleni kimseye söyleyemediler zannederim, burayi kaderine terk ettiler!”
“Ne oldu?”
“Bir musibet. Köyün eski adindan belli imis belkim gelezeği ama ihtimal vermez idik burayı mesken tutar iken. Denizden gelen bir hayvan, nasil derler zanavar. Evvela dalyanzilere musallat oldu. Ardindan karaya geldi, pirgosun yani kulenin dibindeki evleri hep tarumar etti…”

Derbentçi yaşlı hancının Venedik gemilerini canavar, top ateşlerinin yıkmış olabileceği evleri de canavar saldırısı zannetmiş olabileceğini düşünerek bir şey sezdirmeden, şarap dahi almadan handan çıktı. Bir kısmı gerçekten yıkılmış, lakin ortalıkta hiç gülle bulunmayan evlerin, harabelerin arasından geçerek kuleye ulaştı. Duvarlarının yıkık kısmından gün ışığının vurduğu taş merdivenlerden tırmanarak en tepesine dek çıkıp orada bulunan devrik bir oturağı düzeltip oturdu. Etrafına bakınırken ne duvar yıkıntılarında, ne de tepede kuş yuvası görmemişti ki oldukça tuhafına gitmişti. Oturduğu yerden denizi ve ufukları seyretmeye koyuldu.

Gece gelinceye değin denizde ne bir kayık ne bir sefine görünmüştü. Buranın çok uzağından geçiyor olabileceklerini tahmin ederek hep sakin kalmasını, harbi kazasız belasız atlatmayı temenni etti. Mehtap zuhur ettiğinde denizin parıltısına şahit olunca kendi kendine söylendi, insanlar böyle bir güzelliği bırakır da nasıl başka taraflara kaçardı? 

Bir lahza köyden tarafa döndüğünde köyün karanlıklar içinde olduğunu gördü, hanın yanında bekleyen derbentçilerle, geçidin tepesindeki derbentçilerin meşalelerinden gayrısı simsiyah bir örtü altındaydı adeta. Tekrar denize dönüp baktığında ilk başta hayal meyal bir karartı görür gibi oldu. Gözlerini ovuşturarak tekrar baktığında ay ışığı altında hatlarını seçemediği devasa bir gölgenin köye doğru yaklaştığını gördü. 

Venedik gemilerinden biri olabileceğine hükmederek, derbentçilerden tarafa dönüp bir geminin göründüğünü haykırdı. Derbentçiler meşalelerini savura savura kuleye doğru yaklaşırken, geçidin tepesindekiler de denize doğru seğirtmişlerdi. Diğer derbentçilerin bir lahza durup ardından meşalelerini yere atıp geçide doğru koştuklarını görünce bir anlam veremedi. Haber vermek için hepsi birden neden mevzilerini, nöbet yerlerini terk ediyordu?

Kulenin tepesindeki derbentçi, denize tekrar dönüp baktığında çığlık atmaya dahi mecal bulamadı. Boyu ağaçlardan, gemilerden yüce, ardında dağlara erişen koca kuyruğunu savuraraktan arası perdeli koca pençeleriyle suları yara yara gelen, kocaman kafasındaki iki korkunç göz ile kuleyi seyreden deniz canavarı ile adeta göz göze gelmişti. 

Korkusundan olduğu yere düştükten sonra merdivenlere doğru gerileyerek sürüne düşe aşağıya indi. Bir açıklığın dibinde merdiven üzerinde kalarak beklemeye koyuldu. Ona çok uzun gelen bir sürenin ardından açıklığa eğilerek bir lahza canavara tekrar bakmak istediğinde, kocaman açılmış kendisi kadar büyük sarı bir göz ile karşı karşıya gelince aklını oynatıp çığlık çığlığa olduğu yere yığıldı. Son gördüğü şey canavarın kocaman ağzını açıp bir böğürtü saldıktan sonra dişlerini kulenin bedenine bir upir misali geçirmesiydi…

SON

Mehmet Berk Yaltırık
13 Ağustos 2015 – Edirne

Av Köşkü

(Daha önceden Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

Dört çekerli, parlak kahverengi cilalı bir kupa sallana sallana Şile tarafındaki ormanlardan korulardan geçen bir patika üzerinde ilerlemekteydi. Kupayı süren arabacı atları deli gibi kamçılıyordu. Arabanın içindeki kolçaklara tutunmaya çalışarak ipek döşeli kanepe üzerinde seke sıçraya debelenen Nüvit Bey, bir eliyle fesini tutarak kupanın ufak penceresinden dışarı bakındı. Arabanın yanından geçip giden ağaçların gün batımındaki alacalı bulacalı hallerini görerek ürperdi. Ormanda gezinen, bir yerleri vurdukları her gün gazetelerin vaka-i zabıta kısımlarında tefrika kahramanları gibi anlatılan haydutların, şakilerin hayali peyda oldu zihninde. Daha da fenasını, düşmanlarının bu eşkıyayı kullanıp kendisine bir kötülük edebileceklerini düşündü. Lakin arabayı sürmekte olan Arnavut Âdem’in mevcudiyetini hatırlayınca müsterih oldu ama yine de kendisini bu vaziyete sürükleyen yazgıya hayıflandı. Sahi nasıl da gelmişti bu kul ayağı değmez yerlere böyle saklanaraktan?

Nüvit Bey, bir vakitler kendini dünyanın en talihsiz insanlarından biri sayardı. Mabeynin nüfuzlu paşalarından biri olan pederi hayli varlıklıydı ancak ziyadesiyle cimri olduğundan kendisi bu servetin pek bir faydasını görmeden yokluk denecek raddede yaşamış, Fransa’daki talebeliğinde dahi kıt kanaat geçinerek pederi misali eli sıkı biri olup çıkmıştı. Lakin bu eli sıkılığı kendisinde herhangi bir paranın mevcut olmayışından ileri geliyordu.

Sonradan kısmen talihsizlik kısmen de talih kuşunun konuşu addedilebilecek birkaç hadiseyi art arda yaşaması yaşayışını tümüyle değiştirmişti. Evvela pederinin vefatı ile muazzam bir servete konmuş, o esnada pederinin cenazesi için alelacele Mısır’dan dönmekte olan amcası bir gemi kazasında vefat edince, amcasının serveti de kendine tevarüs etmişti. Bu hadiselerden birkaç ay sonra anne tarafından tek kalan bir akrabasının vefat ederek Cezayir vilayetindeki cümle mülkünün kendisine kaldığını da öğrenince talihine pek bir sevinerek kendisini yeni iş sahalarından ziyade mirasını yemeğe, ömrü boyunca yaşayamadığı eğlence hayatına kaptırmıştı. Bu eğlence hayatı esnasında sayısız kimseyle ahbap olmuş, namlı umumhaneleri birkaç gece kapatmış, sayısız işret âlemi düzenlemişti. Serveti yemekle tükenir cinsinden olmadığından cümbüşle geçen günleri, ahbaplık ettiği bir başka hovarda mirasyedinin yediği bir herze yüzünden kâbusa dönmüştü.

Bir gece vakti Kaymak Tabağı’nda işret esnasında mekâna zamanın Onikiler’inden bir pazu ve pençe sahibi kabadayının geldiğini öğrenince, normalde mekânı kendi adına kapattırsa dahi kabadayı takımından çekindiğinden eğlenceye katılmasına müsaade etmişti. Namlı kabadayı, Çerkezlerden olup üzerinde her daim o kılıkla, başında kalpakla, sırtında palto ile gezen, ekseriya da yalnız dolaşan bir kimseydi. Meğer bu kabadayının, işret gecelerinden birinde Nüvit Bey ile tanışmış olduğu bir başka hovarda mirasyedi ile aralarında bir kadın meselesi varmış. Birbirlerini görünce silaha sarılmışlar, mirasyedi hovardanın para yedirdiği külhanbeyi ahbapları tabancalarını çekip bu kabadayıyı evvela haklayıp, mirasyedi hovarda ile birlikte ortadan kaybolunca belanın büyüğü başa gelmişti. Zira karakol tafsilatını parasını kullanarak pek güzel geçiştirmiş Nüvit Bey, ölen kabadayının meselesinden bu kadar kolay sıyrılamamıştı zira kabadayının akrabaları bu ölümden kendisini sorumlu tutar olmuştu. Kan davası husule gelmiş, “O mirasyedi bulunup canını vermeden biz bu işten seni mesul tutarız, zira ahbabısın ve akrabamızı da oradaki düşmanına karşı uyarmadan eve davet etmişsin, bu kan senin de elindedir” diye haber göndermişlerdi.

Nüvit Bey en başta bu tehditlerden çekinmişse de tedbir cihetinden neredeyse bir bölük mahiyetinde birçok külhanbeyine para verip kendi adamı, fedaisi yapınca bu beladan yırtacağını sanmıştı. Lakin böyle yaparak Çerkezleri hafife almıştı, nitekim o birkaç on külhanbeyinden biri de Çerkezlerden olduğundan bir gece Nüvit Bey’i öldürmeye kalkışarak paçayı ele vermişti. Böyle olunca Nüvit Bey daha namlı, pazu ve pençe sahibi bir kabadayı sordurmuş, işte böylece o esnada bir paşanın kapusundan ayrılarak kendi muhitinde bitirimhanelerden haraç alan Arnavut Âdem ile irtibata geçmişti. Koca Arnavut, kendisinin bu gibi kan davası mevzularında hayli tedbirsiz davrandığını söyleyip, yüklüce para karşılığı kendisini koruyabileceğini söyleyince onu en has adamı yapmıştı. Arnavut Âdem daha önce de kapusunda bulunduğu paşanın adamlarını, hatta akrabalarını böyle belalı işlerden, adamlardan saklamada, zaptiyeden kaçırmada hayli tecrübeliydi. Evvela onun külhanbeylerinden topladığı fedaileri “ya aralarına yine birini sokarlar yahut parayla birini satın alırlar” diyerekten dağıtmıştı. Ardından Nüvit Bey’in alelacele tuttuğu bir yabancı kimse aracılığıyla, kimsenin bilmediği bir yerde bir köşk satın aldırdı ki başka bir tehlike olursa yine bu gizli köşkte yaşayacaktı. Yanına para haricinde pek bir eşya aldırmadan tedbir amacıyla sadece Âdem ile gidecekti ki yemek ve erzak işlerini de Âdem kendi tanıdığı, Nüvit Bey’i kesinlikle tanımayan kimselerle halledecekti. Görünürde bir yosmayı kapatması yapıp bu köşkün dış tarafındaki matbahda kıskançlığından tuttuğu ahçı ve uşak ile iş gördüren hovarda rolüne bürünecekti böylece Nüvit Bey’i en azından öteki mirasyedi bulunana ve öldürülene kadar koruyabilecekti. Aksi halde Çerkezler onun saklandığı bu yeri bir şekilde öğrenseler bu sefer daha kalabalık bir grupla köşkü muhasara etmeye dahi gelebilirlerdi.

İşte şimdi evvela köşke Nüvit Bey ile Arnavut Âdem gitmekteydi. Geniş ve yüksek bir bahçe duvarının demir parmaklı açık kapısından geçen kupa, matbah olarak kullanılan müstakil bir evin yanından geçerek, üç-dört katlı büyükçe bir köşkün önünde durunca Nüvit Bey bavulu ile kupadan inerek köşkü süzdü. Kupadan atlayan Âdem’in kuşağında kabzası gümüşten bir Karadağ tabancası ile sapı kemikten bir saldırma dikkat çekiyordu. Önceden gelip köşkü temizleten Âdem, Nüvit Bey’i hızla köşkten içeriye sokarak hazırlatmış olduğu odasına çıkardı. Âdem’e insan ayağı değmez bu köşkü kimin ne amaçla yaptırabileceğini sorunca Avni Paşa karşılığını aldı. O anda Nüvit Bey’i bir ürperti aldı, Avni Paşa birçok genç kızı hovardalık maksadıyla yaptırdığı zannedilen bir köşke kapatmış, bir-iki sene evvel köşkten cesetler çıkınca tevkif edilmişti. Cenazelerin çıktığı o menhus köşkün burası olduğunu öğrenince içinde bir havf büyümeye başladı. Âdem uşak ile ahçıyı almak için kupaya dönmeden önce odanın kandillerini, lambalarını akşam olunca yakabileceğini ve bir tabancanın dolu vaziyette yatağın yanındaki komodinin çekmecesinde durduğunu söyledi.

Âdem aşağıyla inip kupa arabası ile uzaklaştığında birçok cinayetin hatırasını taşıyan böyle bir yerde oturmaktan mütevellit Nüvit Bey hayli ürpermişti. “Cinayet mekânında kalmak ölü olmaktan evladır!” diyerek kendini teskin ettiyse de bu sükûnet hali karanlığın adam akıllı çöküp kaldığı odanın dahi gölgelere gömülmesine kadar sürdü. Kaynağı kısmen belirsiz bir korku hissi ile önce kalkıp odanın kapısını kilitledi. Ardından yatağının başucundaki ve pencerenin önündeki yağ lambalarını yakıp, çekmecedeki tabancayı eline alarak pencere dibindeki koltuğa oturup Âdem’in gelişini beklemeye başladı.

En başta kendi kendine kuruntu yaptığını düşünerek oturduğu yerde bir-iki saatliğine kestirebilmek imkânı bulduysa da salondaki büyük saatin gongunun on ikiyi vurması üzerine aniden olduğu yerde sıçradı. O andan itibaren köşkte geçen kanlı saatleri düşünüp oturduğu yere, eşyalara bakarak kan dökülüp dökülmemiş olma ihtimalini aklından sayısız kez geçirdi. Yine kuruntu yaptığına hükmederek uyumaya devam edecekti ki bulunduğu odanın kapısının yumruklandığını işitti. Silahını kapıya doğrultarak korkuyla gelenin kim olduğunu sorunca imdat isteyen bir kadın sesi duydu. Tekrar kim olduğunu sorunca imdat yerine canhıraş bir çığlık sesinin yükseldiğini işitince kıpırdayamadan olduğu yerde kalakaldı. 

Çığlık sesi kesildikten bir süre sonra, kendisine öyle geldiğini sinirlerinin yıprandığına hükmederek yeniden uyumak istediyse de bu sefer köşkün üst katlarında, merdivenlerde koşturan insanların ayak seslerini işitince kalbi sıkışır gibi oldu. Demek o kızların ruhlarının mesken tuttuğu bir köşkte bulunuyordu. Talihsizliğine ve uğursuzluğuna küfrederek kendine hayıflanıp dünyalar dolusu servete sahip olduğu halde perili bir köşkü satın almış olduğuna sövüp saydı.

Yatağanın altındaki örtünün dalgalanarak açılıp soluk bir elin dışarı çıktığını gördüğü vakit küfürleri yarıda kesildi. Örtünün altından kafasını uzatan silueti gördüğünde tabancayı yere atıp kapıya koşarak kilitlediğini unutup beyhude yere açmaya çalışıp yumrukladı. Aynı korkunç çığlık sesi bu sefer yatağın altından gelmekteydi…

SON

Mehmet Berk Yaltırık
13 Ağustos 2015 – Edirne

Şûh ve Davetkâr

(Daha önceden Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

        “Şehir içinde artık kimseye göz açtırmıyorlar imanım!”
“Sessiz sedasız âlemini yapsan bile kokusunu almış gibi geliyorlar kapıya. Sonra yaka paça karakola. O esnada saldırmayı fora edip birini hacamat mı ettin? Al başına belayı, o vakit doğrudan zaptiye geliyor. Sabaha kadar falaka, ardından cumburlop zindana!”

Galata surlarından birinin dibine kurulmuş, ayak takımının daha ziyade uğradığı gedikli meyhanelerden birinde, meyhanenin üst katında cumbanın olduğu yerde üç bitirim külhanbeyi sini başında konuşmaktaydı. Mükellef sayılamayacak mezesi az bir çilingir sofrasının başında, arada yumruk mezesini de katık ederek işret ediyorlardı.

“Dalgamıza taş atıp iş oluyorlar! Hovarda adamın dünyadan alacağı bir yâr elinden meyi bir de yar dudağından busesidir be!”
“Aslında şöyle caka sataraktan girsek herhangi bir yere. Sayılı kabadayılardan zannedip ürküntü verdik mi tamam? Süzülürüz kadıncıkların koynuna yılan kılığında peri padişahının oğlu misali!”

Üçü de muhitlerinde pek sivrilememiş ama tenhada karmanyolacılıkla boğuntuya getirdikleri kimselerden aldıkları para ve değerli eşyalarla geçinen, mahpus yüzü görmüş azılı külhanbeyleriydi. Mahallelerinde de makbul adamlar sayılmadıklarından, meyhaneyi koruma karşılığında bir gedikli meyhanecinin yanına kapulanmışlar, orayı hane belleyerek netameli tezgâhlarını işletmeye devam etmişlerdi.

Üç külhanbeyinden suskun olanı ancak açtı ağzını: “Ulan burada karı gibi dırdırlanırsınız, biriniz de çare düşünmez! Kadınsızlık aklınızı da mı aldı be!” Diğerleri ona dönüp ağzından çıkacakları beklemeye başladı. Kendilerine çete denilmese bile aralarında en çok onun sözüne itibar ederlerdi zira kafasında dolaşan kırk tilkinin patırtısından ancak konuşurdu.

“O kadar aklın eriyorsa sen söyle nasıl yapalım?”
“Alem yapamayan bir biz değiliz ya? Bizden kabadayılar, paşalar, beyler haricinde kimse rahat rahat toplanamıyor. Alem yok, işret yok!”
“Padişahımız efendimizin vehminden hani… Sanki karı memesinden kafamızı kaldırdığımız var da bir de hürriyete mürriyete daldıracağız o kafayı!”
“Höst! Ne demek ulan hürriyet mürriyet, gâvur musun nesin hafiyenin birine enselettireceksin bizi. Bizim gibi külhanbeyi takımının hiç işi olmaz…” 
“Tamam be anladık. Sen ne yapacağımızı deyiver…”
“Ben birkaç gündür ortalıkta bu alemcilerle, yollu kadınlarla ilgili haberlere, dedikodulara falan kulak kesildim. Alem yapmak değil ama halvet mümkün imiş!”
“Ulan alem yapamıyoruz, eve girdiğimiz an haber uçar mahalleliye enseleniriz nasıl olacak o iş?”
“Sözümü kesme hergele, anlatıyoruz! Şimdi o iş için evdir, hanedir şehrin içidir falan yokmuş artık. Bu kırlık yerlerde, ormanlarda, korularda falan görüyorlarmış bu işi.”
“Tövbe! Ulan ormanda cin şeytan olur çarpılır insan be?”
“Amma pirelendin ha, korkuyorsan yapma kardeşim! Kadınsızlık cümle İstanbul hovardasını tarumar ettiğinden cin şeytan korkusu da yalan oldu. Mezarlıklarda bile bu işi gören var artık. Ama o da sakat…”
“Sakat tabi! Mezarlık dediğin çok mu evla yerdir? Karakoncolosu var hortlağı var…”
“Yok ulan ondan değil, mezarlık bekçileri kol geziyormuş sürekli. Yakaladıkları hovarda sayısınca ikramiye alıyorlarmış. O yüzden mezarlık işi yaş. Ama orman sağlam olur, koca orman, bekçisi olsa askeri olsa nereye bakacak?”
“Eşkıya gibi ormana kadın mı kaldıracağız?”
“Yok be, zaten yollular, yosmalar orman civarında gezinirlermiş. Kır gezisine çıkmış paşa haremi gibisinden görünüp dolanırlarmış. Sonrasında da…”
“Mezarlık tekin değilse ormanlık yüz kere tekin değil! Cini şeytanı ağaç kovuklarında yaşar hep!”
“Bunun haminnesi mi ne, Tuna muhaciri olduğundan inanır böyle şeylere. Sen tasalanma. Nasıl bulunuyorsa bu yosmalar, biz de gidelim öyle hemhal olalım!”
“Üç gün sıkın dişinizi, biraz da mangır dökülün. Arabadır, avcı kılığıdır tedarik etmek lazımdır!”

Üç külhanbeyi, ancak üç-dört gün sonra avcı kılığını düzüp, bir de iki çekerli bir araba ayarlayıp Belgrad Ormanı yolunu tutmuştu. Bazı köylerin, köşklerin ve kır evlerinin yanından geçip ormanın sapa bir tarafına geldiler.

“Ulan burada hane yok bir şey yok. Yosma bulalım derken kurtla kuşla mı hemhal olacağız?”
“İnsanı az yerde dolanırlar oğlum çaksana? Biri ihbar etse, pirelense ne olacak? Ben sordurdum o kadar, bu taraflarda dolanıyorlarmış.”

Havanın kararmasına yakın üç külhanbeyi, avcı kılıklarıyla Belgrad Ormanı’nın patikalarına dalmışlardı. Sağa sola bakına bakına ilerlerlerken patikanın hayli ilerisinde bir beyazlı silueti fark ettiler. Biraz yaklaşınca siluetin afet-i devran cinsinden bir kadına ait olduğunu görünce kendilerinden geçtiler. Kadının üzerindeki tuhaf elbiseden görünen bacakları, omuzlarına dökülen saçları ve loş karanlığa rağmen fark edilen güzel sureti ile külhanbeylerinin her birinin ağzının suyu akar olmuştu.

Kadın, kendisine seslenen külhanbeylerine şuh bir kahkaha ile mukabele edip ağaçların içine dalınca külhanbeyleri kadının peşine takılma hususunda bir çekince görmediler. Ağaçların adeta bir çember oluşturduğu açıklığa geldiklerinde, kadının kendilerinin ellerinden tutup çekerek açıklığın ortasına getirmesine müsaade ettiler. Loş karanlıktan ötürü elbisesinden sıyrılan kadının vücudunu hayal meyal gören külhaniler, pazarlık faslını es geçip kadının üzerine seğirtmişlerdi.

Lakin bu hülyalı, arzulu halleri ay ışığının tepelerinde aksedip açıklığı gündüz misali aydınlatmasına kadar sürmüştü. Ayın şavkı altında kadının öptükleri ellerinin soluk gri renkteki parmaklarının ucundan fırlamış uzun kirli tırnaklarını, kapandıkları ayaklarının çarpık çurpuk, mest oldukları yüzün eciş bücüş olduğunu görünce kabustan uyanan çocuklar misali çığlıklarla açıklığın kenarlarına gerilemişlerdi. Kaçmak için ormana döndükleri esnada ise asıl kâbus ile karşılaşmışlardı. O çarpık siluete benzeyen, çırılçıplak ve eciş bücüş bir sürü kadın, feri gitmiş simsiyah gözlerle ve iştahla onları seyretmekteydi…

SON

Mehmet Berk Yaltırık
12 Ağustos 2015 – Edirne


Ölüm Tarlası

(Daha önceden Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

Vakti zamanından çarşısı her zaman dolup taşan zenginliğiyle meşhur bir kasaba varmış. Hanlarına, kervansaraylarına yolcuların indiği, geceleri çalgıların şarkıların susmadığı bu şenlikli kasabanın, her biri paşalar kadar zengin esnafının bulunduğu çarşıda bir çardaklı havuzlu kahvehane varmış. Ağaların, beylerin gelip kahve, nargile eşliğinde vakit geçirdiği, bir nice sohbetin döndüğü bu kahvehane bir vakit boş kalmazmış. Hele Civelek Meddah’ın geldiği vakitlerde çarşıda pazarda esnaf işi gücü bırakır, ta uzak çiftliklerden ağalar beyler dinlemeye gelirlermiş Civelek Meddah’ı.

Civelek Meddah’ın aslını, ismini bilen yokmuş. Anlatmaya başladığı zaman insanları neşeye gark ettiğinden, heyecanlandırabildiğinden en bilindik halk hikâyelerini ve destanlarını kendi üslubuyla anlattığından ahali ona bu adı takmış, bu isim ile çağrılır olmuştu. Gama kedere düçar olmuş kimseler onun anlattığı hikâyeleri, latifeleri dinleyince neşe bulur, derdi tasayı unuturlarmış. Meyhane ehli bile zaman zaman zevk-ü sefa sürmek adına onu dinlemeye gelirlermiş.

Günün birinde bahar erişmeden evvel kafire harp ilan edildiğini duyurmuş tellallar. Beylerden paşalara bir nice kılıç ehli adamlarını silahlandırmış, çeri toplamış, orducu esnafı malını mülkünü yükleyip askerin peşine takılmış. İşte o esnada henüz yaşı pek genç olan Civelek Meddah’ı da harb esnasında eğlendirsin, şenlendirsin diye civarın paşalarından biri akçe dökerek kapu halkının arasına katmış. Onun yokluğunda kahvehane eskisi gibi dolmayacağından ve birbirinden muhteşem destanları, kıssaları dinleyemeyeceklerinden hem kahveci hem de kahve ahalisi, Civelek Meddah’ın sefere gitmesinden pek müteessir olmuşlardı. Lakin paşa yüklü bahşiş verip seferin elbet bahar sonunda yahut yaza doğru biteceğini söyleyince Civelek Meddah’ın gitmesine razı gelmişler.

Sabah namazının ardından davullu zurnalı şenliklerle çerileri, sipahileri, kapu halkını uğurlarlarken Civelek Meddah’ı da uğurlamışlar ve gözden yitene kadar asker katarlarının geçip gittiği patikaya bakakalmışlar. Bahar gelmiş geçmiş, yaz gelmiş çatmış, ta ki kış yaklaşır olmuş lakin bir dönen olmamış. “Muhasara uzun sürmüş olmalı” diye düşünerek teskin olurlarken kış bastırmış. Görüp gördükleri en uzun kış olmuş, kurtlar köylere dek inmiş, o esnada da ordunun bozguna uğradığı haberi gelmiş. Düşman çerisinin burunlarının dibine kadar sokulduğunu işitmişler. Paşa ile askerleri de o esnada dönmüşler kasabaya. Civelek Meddah’ı sorduklarında ise birçok kimsenin ya şehit olduğu ya esir düştüğü karşılığını alarak endişelenmişler. Civelek Meddah öldü mü kaldı mı bilmeden kışın geçmesini beklemişler. O esnada da kahvehane günden güne tenhalaşır olmuş. Bahar gelmiş geçmiş, yaza doğru düşmanın yeniden serhadlerden öteye sürüldüğü haberi gelmiş lakin ne Civelek Meddah’tan bir haber gelmemiş. 

Kış yine geldiğinde, kasabanın patikasında yürüyen tek başına bir adam görmüşler. Eşkıya zannedip silahlanıp yanına vardıklarında saçı sakalına karışmış, mahzun gözlerle etrafına bakınan bir mecnun bulmuşlar. Kasabalılardan biri o esnada tanımış meczubu; “Bizim Civelek Meddah’tır” diyerek. Kahveye götürmüşler ellerinden kollarından tutup, kahvehaneye getirmişler. Açılır diye su tutmuşlar, boğazı kurumuştur diye ayran içirmişler, karnı açtır diye çorba içirmişler lakin Civelek Meddah susmayı sürdürüyormuş. Belki meczupluğundan utanır diye tıraş ettirmişler, yeni esvaplar giydirmişler ama yine suskunmuş meddah. Derdini, ahvalini sorunca yarım ağız esirlikten kurtulduğunu söyleyip kahvehaneden çıkıp gitmiş. Hikâye anlatması için çağıranların davetine icabet etmiyormuş. Öyle ki hikâye bir yana ağzından tek bir latife çıktığını dahi işitmiyorlarmış.

Kahvehanedekiler bir gün toplanıp evine gitmişler, kahveci yalvarmış yakarmış, kasabalılar, çarşı esnafı dil dökmüşler, neden hikâye anlatmadığını, derdini tasasını sormuşlar. Sevdalandı ise evlendirmeyi, mal mülk istiyorsa fazlasıyla karşılamayı vaat etmişler. Meddah ifadesiz gözlerle her birisine bakıp konuşmuş:

“Latife yapmıyorum, kıssa anlatmıyorum diye bana sual ediyorsunuz. Ben artık bunları istesem de anlatamam. Zira ben suret olarak benzesem de, buradan uğurladığınız o Civelek Meddah değilim! O latife ederdi, nükte ederdi ben yapamam. O kıssalar anlatırdı, ben anlatamam. O neşeliydi, gülerdi, benim bir daha gülmeye takatim yoktur. O gittiği yere neşe saçardı ben ancak gam ve elem dağıtırım! Civelek Meddah’a ne oldu, nerededir derseniz ölmüştür o. Ölüm tarlasından geçememiştir. Siz bilir misiniz ölüm tarlasını?”

Kasabalılar kafalarını sallamış, kimi belleğindeki yerleri, mekânları sayıp dökmüş ama hiç biri tanımıyormuş, bilmiyormuş. Civelek Meddah gözlerini kocaman kocaman açmış: “İnsanın dünya gözüyle görüp görebileceği yegâne zebanidir! Adına bakmayın, tarla gibi serili durmaz. Yürür, koşar, sindiği yerde bulur adamı! Harp esnasında eline düştü Civelek Meddah. Bir acayip heyula! Ölüleri, at ve katır leşlerini çiğneyerek, topları, tüfenkleri ezerek çıktı geldi bir akşam vakti. Civelek Meddah’ı yakaladı, ruhunu çiğnedi, neşesini çaldı. Kimisi bunu fark eder, kimisi fark etmez yaşar gider. Lakin Civelek Meddah farkındaydı, biliyordu! İşte şimdi Civelek Meddah’ın akıbetini öğrendiniz. Ben ondan arta kalanım, bende de başkaca bir anlatılacak kıssa kalmamıştır!”

Civelek Meddah gözlerini kırpmadan olduğu yerde sara krizine tutulmuş gibi titremeye başlamış. Yumruklarını sıkıp ağzından köpükler saçarken çığlığı andıran bir kahkaha savurmuş son kez. Can verirken kanla karışık toprak kustuğunu görüp hayrete düşmüş kasabalı. Harbin cezasını sefasını bilmeden meddah sözüne kanıp ecinni belledikleri “ölüm tarlası”ndan korkup, kapılarına sarımsak asmakla, dua yazmakla kurtulurlar sanmışlar…

SON

Mehmet Berk Yaltırık
11 Ağustos 2015 – Edirne

Yılanlı Kuyu

(Daha önceden Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

Mestan, karnı sırtına yapışmış eşeğinin yularından asılmış çekiştirirken, Mestan’ın yanında çocuk misali kalan anası da eşeğin palanına sıkı sıkı tutunup düşmemeye gayret etmekteydi. İki gariban, bir eşek koca Şar Dağı’nın eteklerinden geçip karınca misali bir köyden diğer köye tıngır mıngır gitmektelerdi. 

Mestan’ın üstünde dört-beş bayram evvel eline para geçtiğinde aldığı, bayramdan bayrama giydiği pabuçları ve sırtındaki yamalarla neredeyse ilk gençliğinin bayramlarından beridir giydiği bir kırmızı yeleği vardı, anasın üzerinde belki de on bayramdır giydiği basma fistanın etekleri rüzgârla uçuşmaktaydı. İbro Ağa’nın ortanca kızı Emine’yi istemeye gidiyorlardı. Civar köylere ırgatlığa gider Mestan’ın arttırabildiklerinden bir tepsi börek bir bakraç da şerbet yapıp, karınca kararınca hazırlıkla komşu köyün yoluna revan olmuşlardı. Anası defalarca Mestan’a: “Bre İbro Ağa’nın vardır tarlalari, evlerı. Fikara cürır bizı, vermez kızi!” dese de oğlunu ikna edememişti.

İbro Ağa’nın evine vardıklarında utana sıkıla girmişlerdi avluya. Avluyu gören penceresi tahta kafesi mutfaktan belli belirsiz gelen kıkırtılardan, divanın başköşesinde oturup ağaç gölgesinde nargile tüttürmekte olan İbro Ağa’nın sebep olduğu fokurtulardan gayrı ses yoktu. İbro Ağa’nın çatık kaşlarından, sert bakışlarından korunmak istercesine selam alıp verildikten sonra bir köşeye adeta sığınır gibi oturdu ana, oğul. Evin yanaşmalarından birisi gelerek tepsi ile bakracı alıp mutfağa girdiğinde İbro Ağa hala sessizliğini bozmamıştı. Mestan, yanaşmaya bakarak içinden söylendi: “Ağa takımından değıl mı bre? Ep alır, ep alır!”

Mestan’ın anası güç bela söze girip İbro Ağa’nın ortanca kızı Emine’ye talip olduklarını söyleyince mutfaktan gülüşmeler yükseldi, İbro Ağa’nın fokurtuları avluyu çınlattı, Mestan ile anası kabil olsa toprağa sığışacak denli oldukları yerde küçüldü. İbro Ağa pala bıyıklarını düzelterek ağır ağır konuştu, oğlunun işini gücünü sordu. Ardından olduğu yerde kasıldı da kasıldı:

“Bir kızı ister on kişı, alır birısı! Senın kızanında var mıdır benım kızçemin yüz cörimliğini karşılayacak pare?” İbro Ağa, Arnavut’tu elbette başlık parasını da isterdi. Mestan dilinin döndüğünce az biraz birikmişi olduğunu söyleyince güldü: “Yuldan geçene kiz verecek halimiz yok ya more? Yılanli kuyinın definesını getiresın anca alırsın bizım kızçeyi!” Böyle deyince ana oğul el mecbur selametlik dileyip evden çıkarak köylerinin yolunu tuttular. 

Yolda anasıyla konuşurlarken Mestan sordu: “Yılanli kuyu definesı nedır bre ana? Hayal meyal işıtmiş idım lakin bilemedım te şimdi?”
      “Şar Daği’nı aşan yulın üstünde var imış bir çatal patika, urada var imış bir kuyi. Cinlerın perılerın padşahlarından birısının definesı var imış içınde.”
“E pekı ne sebeple demışler ona “yılanli”?”
“Defıneye bekçilık eder yılanlar var imış kızanım. Birangi kimse el uzatmasın diye…”
“Hiç duymamış idım bu masali…”
“Masal değildır more! Hakikattır! Ben gelinlık kız iken aramaya giderlerdı, lakin bulup getiren olmadi…”
“Kuyinin yerini mı bilmeydılar?”
“Yok bre kızanım, yeri bellıdır. Kuyuya giren sağ çıkamaz imış…”

Mestan’ın anası kafa dalgınlığıyla öylesine söyleyivermişti ama oğlunun aklını çelip kız uğruna define peşine düşebileceği aklına gelince daha fazla konuşmayarak sustu. Lakin Mestan’ın aklına bir kere definenin hayali düşmüştü. Evlerine döndükten sonra geceleri hep Mestan’ın rüyalarında kuyudan defineyi çıkarması, ardından Emine ile evlenmesi ile son buluyordu. 

Bir gün vaktiyle sancak beyinin eşkıyaya, hayduklara karşı korunma için kendilerine dağıttıkları tüfeng ile barutlukları, ormana gittiği baltayı kuşanıp, beline Vidin bıçağı takarak yanına aldığı bir kalın urgan, fener ve çakmak taşı ile evden çıktı. Anası Mestan’ın ayaklarına kapanmış: “Gitmeyesın be kızanım! Giden dönmemıştır kuyidan gerıye! Bir başina kuyma anaciğını!” diyerek yalvarmışsa da Mestan, definenin ve Emine’nin hayali gözlerini kararttığından anasını birkaç kelime ile teskin edip çıkıp gitti.

Şar Dağları’nın dibinden geçen yolu tırmanıp koca koca ağaçların uzandığı korulardan geçip, gerçekten de bir çatal patikanın biraz uzağında çıkrıksız bir kuyunun bulunduğunu gördü. Etrafındaki çalılıkları, kurumuş ağaçları güç bela geçip kuyuya varınca evvela bir ağacın gövdesine urganı bağlayarak kuyuya sarkıttı. Ardından feneri yakıp beline asarak bir insanın sığabileceği kadar geniş kuyunun karanlık ağzından içeriye sarktı.

Ayakları yere basınca urganı çözüp feneri yukarıya kaldıran Mestan mağara ağzını andıran haşmetli karanlığı seyretmeye başladı. Mağaranın bir ucundaki parıltıları belli belirsiz görünce o yana seğirtti. Bir tepe üzerine saçılmış çil çil cahiliye devri altınını görünce ilk başta hayal gördüğünü zannetti. Eğilip birkaç tanesini eline alınca gerçek olduğunu anladı. Lakin tam o esnada sanki her taşın her delin altığından yüzlerce tıslama sesi işitmeye başladı. Feneri beyhude yere etrafa tutup bir yandan da bağırıyordu: “İbro Ağa sebep oldu! İbro Ağa sebep oldu!”

Aynı günün gecesinde, İbro Ağa döşeğinde uyuklamaktayken dışarıdan bir ses duydu: “İbro Ağa! İbro Ağa uyanıp gelesın!” İbro Ağa: “Kimdır bu münsaebetsız?” diyerek döşeğinden kalkıp hızla avluya indi. En son kapı çıkrığının açılma sesi işitildi, ardından İbro Ağa’nın feryadı…

Ev ahalisi koşarak aşağıya indiklerinde sırt üstü yere yıkılmış İbro Ağa’nın, boş bakar gözlerini havaya diktiğini kendi kendine sayıkladığını gördüler. Kapının önünde kimse olmamasına rağmen İbro Ağa kapıyı göstererek deli gibi söyleniyordu:

“Her tarafı yilanlı idı more… Yılanlar sarkayidı üzerınden…”

SON
Mehmet Berk Yaltırık
10 Ağustos 2015-Edirne

Karışmış Güvey

(Daha önceden Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

Salim, köyünün beyi olan falanca bir timarlı sipahinin, falanca cebelularından birinin tek oğluydu. Ne zanaat sahibi olabilmiş ne de ırgatlık edebilmiş bu gariban, “cin çelliği” misali çelimsizliğinden babası misali cebe pusat kuşanmada da dikiş tutturamamıştı. Lakin aklını kullanıp sipahinin gözüne girdiğinden, konağında yanaşma olup ayak işlerine koşturmuştu. Bozkırda çakalın, fırıldakçının köküne kıran girmiş değil ya işte bu madrabaz ve kurnaz makulesinden biri de bu Yanaşma Salim’di. Her işi oldubittiye getirmesiyle, durumdan vazife çıkarmasıyla, nabza göre şerbet vermesiyle kısa sürede kendini olmadığı gibi gösterme zanaatında ustalaştı. Evvela duruma göre kâh konak çalışanlarına olur olmaz emrederek, kâh onlara ahbap gibi sırnaşarak “yanaşma” iken birden bire “kâhya” oluverdi. Ne kendi söylemişti “ben kâhyayım” diye ne bey demişti: “kâhyamdır” diye. Bir anda herkesin ağzında Yanaşma Salim, Kâhya Salim Efendi olmuştu. 

Bir gün timar beyini sefere çağırdıklarında, hasadı kesat gariban köyünden çıkara çıkara bir kılıç kadar asker getirebilecek olduğunu fark edince, kimi başka başka yerlere sekbanlığa, haydutluğa, ırgatlığa kaçmış kimi birkaç boğaza bakar aile sahibi olmuş ahaliden bir asker bulamadı. Tam askersiz sefere gidip, sancak beyine hesap verecek iken Kâhya Salim Efendi, babasından kalma zırhı silahı kuşanıp bir katır sırtında peşine düştü timar beyinin. Köyün meydanında arz-ı endam edince pek güldüler haline zira hem pusatı hem silahı üzerinde emanet durmaktaydı, Frenk keferesinin hikayât-ı kebiresinden Don Kişot nam kişizadeye pek bir benzemekteydi. Kâhya Salim Efendi uzun yola pek alışık değilse de, caka satarak gezinmek pek hoşuna gidiyordu. Sancak beyinin alayına varınca kırk türlü vilayetten gelme diğer tımarlı sipahiler, onların cebeluları bu cengâver mukallidine bakıp bakıp ziyadece gülmüşlerdi. Lakin Salim Efendi zanaatını icra eden de, beyinin ardından babasının zırhını kuşanıp gelmiş, katırıyla dahi küffar üstüne varmaktan çekinmeyen bir yiğit olup çıkıvermişti. Böylece ilk görüşte dalga geçilen, sonradan sonraya “bir garip yiğittir, seferimizde uğurdur” diye zikredilen, takdir edilen bir kimse olmuştu. 

Harp sahrasına varanda çelimsizliğinin muhariplikte ziyadece işine yaradığına tanıklık etmişti. Zira cin çelliği gibi olduğundan ne misket ne ok denk geliyor, top gülleleri hep tepesinden aşıyordu. Huruca çıkan küffar süvarisi, piyadesi yerde ölü misali uzanmış yatan bu adamı görmüyor, gören de cüssesinden ötürü: “çocuk haliyle gelip ölmüş zavallı kefere” zannıyla acıyıp ilişmiyordu. Savaşın bitmesine yakın beyi bir misket kurşunu ile atından düşüp vefat edince kaşla göz arasında atına da sahip çıktı. Beygir de yaban görmedi, sahip belledi onu. Harbe nihayet veren umumi hücumda küçücük cüssesiyle askere cesaret verdiğinden hak etmediği halde bir nice ganimete kavuştu, hiç birini harcamadı. Bir kısmını kendine ayırıp yüklüce miktarını sadrazam kâtiplerine rüşvet yedirdi, sefer defterleri açılanda hem beyinin ölümü hem beyin evladı da olmadığından, değersiz ve boş kalan köyünün sipahisi oluverdi. 

Beyinin murassa kılıcını belinde, sipahi olduğuna dair mühürlü ferman elinde, beyinin beygiri altında Zaloğlu Rüstem misali girmişti köye. Sıçan gibi saklanarak geçirdiği harbi meddah misali cenk meydanlarının kahramanı olduğu şeklinde anlatıp, beyinin şehadetinden sonra bu silahlarının ve timarın ona tevcih edildiğini bire bin katarak köylülere söyledi. En son olarak da beyden kalan konağa yerleşti. Köyün vaziyetini detaylıca bir deftere kaydedip sancak beyine gönderende bir sonraki sefere çağırılmamayı da garantiledi. Babasından kalan zırhı, silahları başköşeye asıp kendi de beyin üzerine büyük gelen kıyafetleriyle kılıcını giyerek sekbanlar gibi leventler gibi köyün içinde gezinir oldu. Gayrı ona “Gazi Salim Bey” diyorlardı ki anlattıklarının tesiriyle bu lakabı da ahali vermişti ona…

O vakitten itibaren yegâne eksiği kadın olduğundan köyünün güngörmüş kadınlarını konağa çağırtıp evlenmek için hatun aradığını beyan etti. Lakin her hatunla evlenemezdi, o ki bugüne bugün hem koskoca devlet-i Aliyye’nin timar beyi hem de harp sahrası görmüş bir koca gaziydi. Ona kendine yaraşır güzellikte ve endamda bir ağa kızı, kethüda kızı yakışırdı! Böylece köyün güngörmüş kadınlarından bir “görücü” takımı kurulup bunlar civardaki karyeleri, mezraları, köyleri birer birer gezmeye başladılar. Ağa kızları, kethüda kızları “cin çelliğinden” hallice bir marazlıya gelin gitmek istemediklerinden Salim’i beğenmediler, Salim’in koynuna girip malına mülküne sahip olmanın hayaliyle gözünü yumabilen hatunları da Salim beğenmedi. Derken bir gün bu kadınlardan birisi öfkeyle: “Güzeller kadir kıymet bilmez istemezler seni beyim, sen de güzelinden gayrısına bakmazsın. Bu diyarda olmaz ya baksa baksa bir tek Karışmışlı’nın peri kızları bakar zaar!” deyince merakı uyanmıştı. “Karışmışlı” köy yollarının en sapa yerindeydi ve adından anlaşılacağı üzerine ahalisine pek hoş gözle bakılmayan, hatt-ı zatında insan gözüyle de göremedikleri bir tuhaf köydü.

Gazi Salim Bey ısrar edip: “Benim gibi adıma elbette peri kızı yaraşır, varın birini istetin!” deyince kadınlar beyhude yere bu hevesinden vazgeçirmeye çalıştı. Lakin ikna edemeyince, evvela uzaktaki köylerden birindeki Okuyucu Faddum’a gittiler. Okuyucu kadına başlarına gelenleri anlatıp beyinin isteklerini söyleyince Faddum kalkıp beyin yanına geldi, arzusunun zorluğunu söyledi. Salim Bey ısrarından vazgeçmedi: “Sen bana peri kızlarından birine dünürcü gönder, arzuma kavuşursam na kapımdaki bağlı katır senindir!” dedi. Faddum Kadın, bir gün kendisine verilen katıra binerek hem kendi gözünü hem katırın gözünü tılsımlı bezlerle bağlayarak Karışmışlı’nın yolunu tuttu. Bir gün sonra sağ salim döndüğünde: “Senin işin tamamdır beyim. Birkaç güne kalmadan senden gelin bohçasını almaya gelecekler. Sen de karşılığında damat bohçasını teslim alacaksın!” cevabını alınca Salim Bey sevincinden havalara uçtu. Son kalan parasının bir miktarıyla kadın esvabı, ayna, tarak, misk, inci boncuk gibi şeyler aldırıp orta halli bir gelin bohçası hazırlatarak beklemeye başladı. 

Fırtınalı bir gece vakti kapısı çalınınca üç tane uzun boylu, âdem ejderhası suretli kimsenin bir kirli çuval ile dikilmekte olduğunu gördü. Gelenlerin maksadını bildiğinden kendindeki gelin bohçasını onlara vererek onların uzattığı bohçayı aldı. Adamlar gidince kirli çuvala bir anlam veremeyerek bohçayı açtığında midesi ağzına gelmişti. Damat bohçasından çıka çıka kurumuş kan lekeleri bulunan kefen, mezar toprağı olduğunu tahmin ettiği bir avuç toz toprak, kemik parçaları, soğan kabukları, hayvan pisliği gibi şeyler çıkmıştı. Birkaç gün sonra Faddum Kadın gelerek beş günün sonunda köyde düğün yapılacağını söyleyip, gelini o vakit getirebileceğini söyledi.

Salim Bey hazırlıklara başlamışsa da köylüleri hiç o sevinci taşımıyorlardı. Beş günün sonunda emrettiği halde düğün alayına gelecek bir kişi bile bulamayınca, atına atlayarak gelini tek başına getirmeye razı oldu. Atıyla köylerin sapağına doğru at sürende akşamın alacasında uzaktan bir harabeyi andıran Karışmışlı köyünü gördü. Faddum kadının gelini almaya giderken korkmaması için hem atına hem kendisine verdiği tılsımlı örtüleri, söylediği gibi hem atına hem kendi gözlerine bağladı. Bir anda etrafının bir kalabalıkla çevrildiğini anladı. Atının dizginlerinden tutarak Salim Bey’i köye götürüp, eyerinden indirerek bir sini başına oturttular. Kulağına davul zurna sesleri geliyor, meydanda hora tepenlerin gürültülerine davetlilerin konuşma sesleri karışıyordu. Yanına o esnada gelinin getirildiğini, şahitler huzurunda nikâhının kıyıldığını işitti. Nikâhı kıyan hocanın sesinin titremesinden kendisi gibi insan olduğunu, gecenin o vakti buraya çağrılarak bu nikâhı kıydığını fark ederek ürperdi. Damat bohçasından çıkanları tiksintiyle hatırlayarak bir şey yiyip içmekten imtina etti.

Salim Bey, düğünün ilerleyen saatlerinde bir anlık merakına yenik düşerek sesleri kendisine normal gelen bu insanların görünüşlerini, nihayetinde hanımının siluetini merak etti. Kendisine bunların tılsımlı örtünün tesiriyle normal geldiğini unutmuştu. Örtüyü indirir indirmez davul zurnayla çalınanın kendi kulağına ve bilgisine yabancı, hoyrat korkulu bir nağme, düğün ahalisinin de elleri ayakları ters kimselerle, koca ağızlı, koca vücutlu umacılar olduğunu fark etti. Hatta yerde kefenleriyle yatan ölüler vardı ki bunların henüz uyanma vakitleri gelmese de ecinni düğününden geri kalmak istemeyen hortlaklar olduğunu da anlayınca beti benzi attı. Yanında oturduğu geline baktığında, uzun ayaklarının ve kollarının direk misali kendi aldığı gelin entarisinden taştığı, uzun çalı misali saçlarının altında uzun suratlı bir kadının kendisini seyrettiğini gördü. O anda boğazından acı bir çığlık sesi yükselmiş, çığlığı civar köylerden dahi işitilmişti…

Salim Bey’i üç-dört gün kimse görmeyince öldü zannedilerek sancak beyine dahi haber verildi, lakin gözü bağlı beygiriyle hiçbir şey konuşmadan çıkıp gelince ne olduğunu az çok tahmin edip sustular. Bazı vakitlerde konağından kendi kendine konuşurken söylediği o ürpertici tekerleme haricinde hiçbir kelime etmedi ömrü boyunca:
“Uzun Gelin! Uzun Gelin! Dama pencereye uzanır da korkutur gelin!”

SON

Mehmet Berk Yaltırık
25 Temmuz 2015 – Edirne

Davulcu Tozu ile Minare Gölgesi

(Daha önceden Aldente Fanzin'de yayınlanmıştır)

Gün doğumuna yakın bir vakitte, Rodop dağlarının karlı zirvelerine uzanan sayısız keçi patikasından birinde kambur bir kadınla, uzunca boylu bir adam oflaya puflaya ritmsiz davul sesi eşliğinde dere tepe yürümekteydi. Elindeki fener her yürüyüşünde sallanıp duran kambur kadın, öbür eliyle koynuna bastırdığı ağzı domuz yağıyla yağlanmış iplerle mühürlü bir bakır ibriğe sarılmıştı. Uzunca boylu adam da denk geldikçe boynunda taşıdığı davulu tokmakla döverek ormanı ve dağ yolunu inletmekteydi. Kadın adam davulu dövmeyi bıraktığı zaman nefesini topluyor: “Çal bre İsmayıl. Çal bre! Çal ki kaçsın cadılar, vırkalaklar, adam boğan cinler! Vur bre!” diyerek davulu yeniden çalmasını istiyordu. Davul sesinin yankısını uzaktan uzağa işiten sabah namazını bekleyen kimseler korkuyla ürperip ecinnilerin düğün alaylarının geçip gittiğini zannediyordu.

Davulcu İsmail, Rodoplardaki Yunus Viran köyünde mukim, sünnetlerde düğünlerde yahut hovarda eğlencelerinde çağrılan bir garip çalgıcıydı. Üç kuruş karşılığı köylere, kasabalara gider zurnacılarla, gırnacılarla anlaşıp zanaatını icra ederdi. Bir akşam vakti kapısına Kırcaali’nin ormanlarında eğleşir, belki bin kızanın ebesi “Goca Pakize” düşüp gelince hayatının en acayip işini almıştı. Alaturasını peşin veren Pakize kendisiyle gün doğumuna yakın dağ yoluna çıkacağını bu esnada yanında bulunup biteviye davul çalmasını istemişti. Bu teklif her ne kadar garip gelse de parayı peşin alan İsmail reddetmemişti. İşte şimdi Goca Pakize’nin ardından Rodopların tepelerine doğru yürümekteydi. Davul sesiyle cinleri kaçıracağını öğrendiğinden ve tuhaf ilaçlar yapıp insanlara sattığını bildiği Pakize’den korktuğundan şarkı türkü tutturup cinleri öfkelendirmemeye dikkat ederek davulunu dövmekteydi. 

Bir vakit yürümeye devam edip uzaktan boynunu eğerek yola bakan bir devi andıran harap bir minarenin oraya yaklaşmakta olduklarını gören İsmail soğuk terler dökmeye başladı. Ta kızanlıklarından beridir gündüz bile yanına yaklaşamadıkları, civarında gezinenin çarpıldığı söylenen Eğri Minare’ye doğru gidiyorlardı. Ne vakit kimin yaptırdığı meçhul harap bir camiden geriye kalmış bir eğri minare, türlü söylencelerin hikayelerin türediği bir yerdi. İsmail korkuyla sordu: “Te çarpılır kalırız bak, ne giderız Eğri Minare yanına?” Pakize azarladı İsmail’i: “Ne korkarsın bre? Büle ilaçlar için lazımdır iki şey, derler hem davul tozu hem minare gölgesi…” İsmail davulu daha da şiddetli dövmeye başladı bu karşılığı alınca. 

Eğri Minare’nin yanına geldiklerinde yeni doğmakta olan günün ışıklarıyla gölgesinin hafifçe yere vurduğu kısıma seğirttiler. Goca Pakize güğümü gölgenin üzerine yere bırakıp ağzını ihtiyatla açıp ellerini aşağı doğru çevirerek yağmur duasındaymışçasına ağzını mırıldandırıp parmaklarını kıpırdatmaya başladı. İsmail sordu: “Kala kala bir davul tozu kaldı eralde?” Goca Pakize haince bir sırıtmayla karşılık verdi: “Kusura bakmayasın bre İsmayıl! Sayende o da olacak!” İsmail ne demek istediğini anlayamadı. Havada zerre bulut olmamasına rağmen bir anda peyda olup tepesine düşen bir yıldırımla feryat bile edemeden yanıp kül olurken Pakize: “Davul tozu da tamamdır bre!” diyerek ellerini ovuşturmaktaydı…

Mehmet Berk Yaltırık
11 Haziran 2014 – İstanbul

Emekli Dehşet

(Daha önceden Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

        "Ne demek oğlum ben bıraktım bu işleri?"
        "Bıraktım işte abi. Çok dikkat çekmeye başladı. Tetikçilik bile daha garanti..."
"Nesi garanti oğlum? Bu da tetikçilikten farklı sanki? Yapmadığın iş değil! Hem sen adamım değil misin ulan?"

Vedat abi beni bir orman yakma işi hususunda ikna etmeye çalışıyor. Hem para kazanırım hem namım yürür diye dâhil olduğum mafya işlerinde nasıl kundakçı, marangoz konumuna geldim ben de anlayamadım. Her şeyi cılkı çıkmış memlekette zaten, mafya mı bozulmayacak…

"Abi tamam ben senin fedainim. İcabında sana atılan merminin önüne ben atılayım yani o problem değil. Ama kundakçılık da bir yere kadar. Mahallede dalga geçiyorlar. Millet mafyaya girer belinde silahla dolaşır, sen benzin bidonuyla dolaşıyorsun falan diyorlar. Benim boyumca çocuklar icraat yapıyor ben orman yakıyorum!"
"Ulan hergele! Ben sana bu işe giriş var çıkış yok demedim mi zamanında? Şimdi gelmiş burada artistik yapıyorsun bana!"
"Abi tamam lise bitince ortada kaldım, işsizlikten geldim ama hani beklentilerim daha farklıydı."
"Ne beklentisi ulan?"
"Hani silah külah vaziyetleri..."
"Taktık ya oğlum beline?"
"E abi çatışma yok icraat yok. Ormanda kırda dolaşırken hayvana bile denk gelmiyoruz..."
"Birkaç müteahhitin işine yardımcı olan arazi-orman mafyasıyız ulan biz. Sen Kurtlar Vadisi izleyip gaza geldin diye sektör mü değiştirelim? İş ise bu da iştir. Al paranı otur aşağıya. Hem bu iş çok nakit getirecek bize."
"Abi tamam yapayım da diğer yandan bu iş çok riskli olmaya başladı. Hani haberler falan çıkıyor ya orman yangınlarıyla ilgili..."
"Ulan mafya değil misin neyinden korkuyorsun? Yiğitlik de cesaret de böyle anlarda belli eder kendini işte. Bu sefer halledeceğin, gözden epey ırak bir arazi. Ama geniş. Ağaçlarla dolmuş öyle duruyor. Buraya yazlık site yapılacak ama modern şehir gibi bir şey olacak. Astronomik bir rakam düşüyor bize oradan hesap et. Adamlara ortak olacağımızdan artık inşaat sektörüne de gireceğiz..."
"Abi peki hayatıma heyecan meyecan gelecek mi?"
"Ben getireceğim senin hayatına heyecan. Sen hadi al bidonu, arabayı yola çık hemen. Gideceğin yeri de şu kâğıda yazdırdım. İşini hallet gel hadi koçum!"

Sanki yok deme imkânım varmış gibi niye yapmamakta ısrar ettiysem... Şimdi bagajda bidon, elimde adres kâğıdı şehir dışına vurdum işte kendimi. Sanayii falan geride bıraktım. Bir yerden sonra tarlaları bile tek tük görür oldum. Trakya’nın Karadeniz’e bakan kıyısı boyunca, adresteki yeri bulmaya çalışıyorum. Zira ev değil dükkân değil, bir mevkii yazıyor. Levhalarda bile denk gelip gelmeyeceğim şüpheli. Birine rastlarsam sorarım…

Uzakta bir benzinlik gördüm. Arabayı durdurup yürüyerek gitmem iyi olabilir neticede soracağım adresten sonra, orman yangını neticesinde beni gidip ihbar edebilir. Yola çıkarken bidon benzinle dolaşmaktan arabada fazla benzin kalmadığını son anda fark ettim. Mecbur gireceğim benzinliğe. 

Benzinci depoyla meşgul olurken çok ters baktı bana. Adam haklı, bu mevsimde buralarda pek yabancıya denk gelmiyordur. Daha da şüphelenmesin diye, hem de adresi öğrenmek için muhabbet girişiminde bulundum. Hesapta arkadaşımın yazlığını arıyorum bir süre kafa dinlemem lazım. Mevkiinin yerini soruyorum.

Adamın yüzü asılıyor birden. Yöreye has aksanı hafiften seziliyor:

“O yanda pek yazlık olmaz. Daha yukarı taraftadır o. Hiç durmadan devam et, sorduğun civarda fazla oyalanma…”
“Niye?”
“Koca orman beya. Zaten buradan yukarıya doğru yardır, akşama doğru oradan geçersin. Patikasına falan dalma ama kaybolursun. Hem o civarda dolaşmak iyi değildir.”
“Askeri arazi falan mı?”
“Onunla alakası yok. Çok adam kestiler orada. Tinerci mi gezer, esrarkeş mi dolaşır bilmiyor kimse. Piknikçiden, yazlığa gidenlerden falan çok ölen çıktı orada. Tek başına geziyorsun sakata gelirsin…”

Bir de insanlar o kadar laf ederler işime. Demek burayı yakıp imara açmakla insanlara hizmet götüreceğiz. Gerçi cinayetler falan da korkutmuyor değil ama neticede ben de sağlam pabuç değilim. Boş değiliz, emanet var yanımızda Allah’ın ormanında birkaç tinerciyi vursam kim hesap soracak?

Akşama doğru cidden de yanımı yöremi kaplayan, neredeyse havayı bile dallarından güç bela görebildiğim bir ormana vardım. Demek yakacağım yer burası. Ama yine de emin değilim, pafta numarası falan da yok. Olsa bile burada neyi nereden bulacağım? Birine daha rastlarsam sorarım ama birine rastlayacağım da yok gibi. Tek bir ev bile yok…

Yine bir aksilik daha. Yağmur yağıyor bu sefer hafiften. Öyle sağanak olmasa da zor tutuşturulur. Mecbur kuruyana kadar beklemeli. Kapıyı kilitler falan öyle takılırım. Keşke benzinciden birkaç bira çerez falan alsaydım, zaman da geçmez… O da nesi? Akşamın alacasında biraz uzakta bir villa! Pencerelerinde ışık da görülmüyor demek ki sahipleri başka yerde. İyi bari. Yağmur kesilene kadar takılırım orada hem zengin evi mahzeni, kileri falan da vardır. Şarap marap takılırım işte…

Villaya doğru uzanan düzgün bir patikaya saptım. Ormanların arasında, yeşillikli bir tepenin üzerinde kule gibi dikmişler. Villaya benziyor ama bu kadar ufak olmaz, sanırsın orman gözlem kulesi niyetine inşa etmişler. Tepeyi tırmanırken o karanlık yapısıyla, havanın kasvetiyle tövbe estağfurullah perili köşk gibi görünüyor gözüme. Benzincinin uyardığı o tinerciler falan bu civarda mı geziyor acaba?

Villanın önünde bir düzlüğe gelince arabadan indim. Yemyeşil ağaçlar ayağımın altına serilmiş, kıyı şeridinde masmavi deniz uzanmakta. Yangını halledeyim buraya ev yapılınca bir dairede kendime ayarlarım artık, şahane yer neticede.

Yağmur damlalarının şıpırtısına rağmen bir müzik sesi çalınıyor kulağıma. Radyodan falan değil, cızırtılı. Çocukluğumda bizim bakkal Mustafa’nın dükkanında dinlediği plaklara benziyor. İnceden bir kadın sesi. İçki âlemlerinden aşina olduğum kadarıyla, artık youtube’da falan denk geldim herhalde epey eski bir Müzeyyen Senar plağı olsa gerek. “Sahilde Saba rüzgârı ağlarken uyan sen”…  Yine çocukluğum geliyor aklıma. Sabahın köründe Kur’an kursuna gönderirlerdi bir ara mahallede, sabah ezanının ürpertisinde giderdik mahalleden çocuklara. Aynı zamanda müezzin de olan bizim imam söylemişti, Saba makamıyla okunduğundan bu kadar ürkütücü gelirmiş insana, ölümü hatırlatırmış fesupanallah…

Villanın üst katlarından birinde bir gölge görür gibi oldum. Belli, yaşayan biri var. Plak mlak dinliyor, garanti rakısını açmıştır. Neyse en azından tanrı misafiri falan davet ettiririm kendimi, şu yağmur gailesinden bir kurtulayım da.

Villanın kapısını çaldım. Rengi kararmış, tahtası çatlamış, tokmağı falan paslanmış hep. Boyaları bile dökülüyor villanın. Bakımsızlıktan ziyade ölmüş ama gömmeyi unutmuşlar intibaı uyandırıyor insanda. Kapıyı çalmak için zile bastım ama hiç ötmedi, besbelli o da mevta olmuş villa gibi. Kapıyı yumrukladım ben de. Bir süre sonra sonsuz bir karanlığa açıldı sanki. Elinde üçlü şamdan, sırtı hafif bükülmüş, saçları dökülmüş, kısık gözlü bir amca açtı kapıyı. Selamünkavlen korku filmi gibi ortam…

“Hayırdır bey oğlum? Bu yana pek gelip giden olmaz, memur musunuz acaba?”
“Yok, amca memur değilim ben. Arkadaşımın evine gidiyordum da buradan epey uzakta. Yağmurda çamur mamur olur diye çekindim, sizin eve sığınayım dedim kesilene kadar.”
“Makul. Bu mevsimde ziyadece yağar. Benim de pek ziyarete gelenim yoktur. Balkonda oturmuş plak dinliyordum. Buyur yukarı çıkalım, ayakkabını çıkarmana lüzum yok.”

Amcanın peşinden o kadar ürperti duymama rağmen eve girdim. Her yer karanlık, perdeler bile sıkı sıkıya örtülü. Eşyaların modası geçeli yarım asır olmuştur herhalde, bir kısmının üstü örtülü. Vitrinlerde eski biblolar, duvarlarda siyah beyaz fotoğraflar, madalyalı fesli paşa dede siluetleri falan var. Amcanın üzerinde Önder Somer robdöşambrı falan var böyle eski filmlerdeki gibi, ayakkabıyla janti bir şekilde geziyor, kesin aileden köşk möşk durumları var belli yani.

“Amca hayırdır elektriklerin mi kesik?”
“Bu evde hiç yok. Binayı yaptırırken suyu bağlatabildim de elektrik olmadı. Tel çekemeyiz dediler, orman arazisi olmasından mütevellit sıkıntı çıkarmış. Ben de eski usul yaşayıp gidiyorum. Işığa pek de ihtiyacım olmuyor zaten. Plaklarım yetiyor bana…”

Amca azıcık acayip belli ama herhalde yaşlılıktan. Araba falan da görmedim, acaba işlerini nasıl görüyor, ihtiyaçlarını nasıl karşılıyor?

“Pek ihtiyacım yoktur bey oğlum. Bir başıma yaşıyorum, civardaki köylüler gelip bırakıyorlar ücreti mukabilinde. Maaşımı falan hep onlar halleder sağ olsunlar.”

Civardaki köylüler? Gelirken pek köye möye rastlamadım ama hayırlısı. Balkonda bir eski koltuğa oturuyor, önündeki sehpada gramofon, yanında da birkaç plak. Ben de içeriden kırılmamasını temenni ettiğim bir sandalye getirip ona oturuyorum. Gramofonun kolunu çeviriyor, yeniden iğnesini ayarlıyor. Bir kere daha inceden Müzeyyen Senar’ın sesi duyuluyor. Yağmurun kasveti, akşam karanlığı, deniz ve orman pek bir güzel görünüyor gözüme. İlk defa böyle bir yere dokunacağım için pişmanlık duyacağım herhalde. Bu amcanın, villanın, ağaçların falan huzurunu kaçırmaktan ürküyorum. Aklıma benim iş gelince sormadan edemiyorum:

“Amca buranın imar iznini falan nasıl halledebildin sen?”
“Ben icradan mütekait olduğumda bey oğlum, devlet emeğimin mukabili olarak bana muazzam bir ikramiye bağışladı. Ben de kendime göre bir ev aradım durdum. İnsanlarla pek uyuşamıyordum. Kefil istiyorlardı bulamıyordum. En son devletten bir ahbabım aracılığıyla burada bir arazi alıp kendi evimi diktirdim ama istediğim gibi olmadı. Özal döneminin acar müteahhitlerinden birinin gadrine uğradım. Paragöz müteahhitle onun yardakçısı mimarın aklına uyduk bir kere. Daracık araziyi satmışlar bana meğerse. Bu daracık araziye kule gibi sığıştırmışlar benim evi.”
“Kalan arazi devletin o zaman?”
“Evet ama satılacak diye duydum birinden. Bir yangını bahane edip satma hesabı kuran vardır elbette.”
“Aslında iyi olabilir amca. Ne bileyim burayı imar ederler, insanlar gelir falan güzel yer.”
“İcra memuruydum ama benden daha vicdansız olanlar var bey oğlum. Nasıl kıyacaklar bunca ağaca, bunca huzura? Ama ben de inat ediyorum. Gücü yeten gelip çıkarsın bakalım.”
“İyi de burada tinerci falan varmış hep, ölenler oluyormuş. Normal insanlar gelse yerleşse fena mı olur?”
“Ahalinin hüsnü kuruntusu o. Ölüm herkesin başında. Bazı müteahhitler buranın peşinde tahmin edebiliyorum.”
“Amca iyi de sen de gelip evini dikmişsin. Başkası neden dikmesin yani?”
“Bu huzur arayışı değil bey oğlum. Tam bir talan! Başkasını da teşvik eden bir talan ki bu yağmaya seni bile beni bile dâhil ediyor. Babamın Fındıklı’daki köşkünü talan etmeseler ben gelip buraya konar mıydım zamanında? Başkasını da fenalık yapmaya zorluyorlar…”

Amcanın üzerine gitmek istemedim. Özal diyor, emeklilik diyor, kesin bir seksen doksan küsur var yaşı. Karnım guruldadığı sırada adam da duyuyor herhalde. Yeniden kuruyor gramofonu.

“Eh. Yemeğin tam vaktidir. Ben sağlığımdan ötürü pek bir şey yiyemiyorum ama sana getireyim bey oğlum.”

Amca kalkarken zahmet vermeyeyim dedim ama ısrar etti, ellerini omzuma koydu. Buz gibiydi hem de yaşından beklenmeyecek denli kuvvetliydi. Kalkıp içeriye gitti şamdanı dahi almadan. Herhalde köstebek misali karanlıkta yaşaya yaşaya alışmıştır. 

Telefonuma bakıyorum. Çekmiyor. Kesin Vedat abi canıma okuyacak, elimi çabuk tutmayışıma kızacak. Tekrar sahile bakıyorum, ağaçları seyrediyorum. Alçaktan uçan, yağmurdan kaçan kuşlara bile rastlamayışım tuhaf geliyor. Civarda kimse yok. Ölenler var ama amca tinerci yok diyor. Ben burada imara açacağım araziyi düşünüyorum. Bir daire de ben alırım herhalde.

Arkamdan birisi aniden kollarımı tutuyor. Kıpırdayamıyorum, sanki karabasan çökmüş gibi. Emekli amca fısıldıyor: “Sana ikram edecek pek bir şeyim yok. Ama benim karnım ziyadesiyle aç bey oğlum…” Aman yarabbi! Tüm o film ortamından, benzincinin ölümlerden bahsetmesinden niye kıllanmadıysam sanki? Demek tüm bu ölümler…

Boynumda hissettiğim acıyla beraber bilincimi kaybediyor gibiyim. Hem sahili hem ormanı görüyorum. Rüzgârın ve yağmurun uğultusu adeta insan sesiymiş gibi inliyor. Kulağımda Müzeyyen Senar’ın sesi, Saba makamından ürpertici ezan gibi çınlıyor: “Sahilde Saba rüzgârı ağlarken uyan sen”…

                                                                             SON
Mehmet Berk Yaltırık
  28 Şubat 2015 – İstanbul