28 Ağustos 2013 Çarşamba

“Fantastik Türk Edebiyatı” Üzerine Bir Mülakat (İnceleme)

(Bu yazı normalde, herhangi bir inceleme yazısı olarak yayınlanacak iken Gölge e-Dergi'nin editörlerinden Ahmet Yüksel'in önerisiyle farklı olması açısından "güya röportaj" şeklinde hazırlanmıştır. Hakiki mülakat sanılmasın inceleme yazısıdır! Gölge e-Dergi'nin Türkiye'de Fantastik Hayat başlıklı özel dosya konularından biri olarak Temmuz 2012'de 58. sayıda yayınlanmıştır. http://issuu.com/golgedergi/docs/golge_e-dergi_fantastik_dosya_temmuz_2012_sayi_58 )
Kerime Nadir Azrak, Ali Rıza Seyfi ve Hüseyin Rahmi Gürpınar ile
“Fantastik Türk Edebiyatı” Üzerine Bir Mülakat
            “Tarihçi olduğumdan dolayı “ölülerden sen anlarsın, konuş onlarla…” denilerek ispritizma deneyleriyle hemhal olup acizane bu mülakatı hazırladım. Gerçi tek niyetim en başta ilk uyarlama korku romanımızı yazan Ali Rıza Seyfi ile görüşmekti. Ancak muhabbetin konusunu öğrenince Kerime Nadir hanım ile Hüseyin Rahmi Gürpınar üstat da iştirak ettiler. Böylece yeni dönemin fantastikçisi olarak eski dönemin fantastikçileriyle “Fantastik Türk Edebiyatı” üzerine koyu bir sohbet harladık ve ortaya bu metin çıktı. Hal hatır sorma kısımlarını es geçerek doğrudan konuya giriyorum efendim…”,
            M.B. Yaltırık: Efendim şimdi bilen var bilmeyen var. O yüzden ilk sorum şudur, Türk Fantastik Edebiyatı’na daha çok korku alanında eserler verdiniz. Bunlar nelerdi? Ayrıca konuları nelerdi, biraz bahsedebilir misiniz?
            Ali Rıza Seyfi: Ben “Kazıklı Voyvoda” ismiyle Drakula romanını Türkiye’ye uyarlamıştım. Sonraki dönemlerde bu eserden hareketle çevrilen “Drakula İstanbul’da” filminin ismine binaen romanda “Drakula İstanbul’da” ismiyle anılmaktadır. Milli Mücadele yıllarında İngilizce bilen bir bahriyeli olarak Ankara’da tercüme bürosunda çalıştığım dönemlerde İngiliz edebiyatına dair birkaç esere vakıf olmuş idim. Evvelden beridir, bizim tarihi düşmanımız olan Kazıklı Voyvoda’yı Drakula romanında görünce onu asıl haliyle ele almayı amaçladım. Sarımsakla dualarla eski Osmanlı mezarlıklarında vampir kovalama gibi dönemine göre değinilmemiş temalara değindim. Ancak şunu belirtmek isterim ki fantastik yazına karşı bir önyargım olmamasına rağmen Drakula’yı ben tarihsel bir roman şeklinde yazdım. Tüm fantastik yapısına rağmen Drakula’nın, Kazıklı Voyvoda’nın bizlerle bitmemiş hesaplaşmasını konu edindim. Dönemimizde yaşadığımız milli havadan etkiler taşıdığı da vakidir. Gotik edebiyattan unsurlar taşımasına rağmen doğrudan bir korku anlatısı diyemem haliyle.
            Kerime Nadir Azrak: Ben de “Dehşet Gecesi” isimli anlatımda Drakula’dan esinlenmişimdir. Dönemimde pek tutulmamasına rağmen bilerek ve isteyerek kaleme aldım. Tanınmayan ve bilinmeyen bir kültürün barındırdığı korku dolu bir söylentiyi işledim. Daha öncede yazdıklarım tartışılmıştı, okuyucuya hiçbir fikir vermeyecek romanlar yazdığım söylenildi. Ben edebiyatı bir ders verme aracından ziyade okuma zevki olarak gördüm. Gazetelerdeki tefrikalar geleneğinden yetişme bir yazardım sonuçta.
            Hüseyin Rahmi Gürpınar: Korku yazarı olmadığım halde en korkulan romanları kaleme alan yegane muharrirlerden biri de benimdir herhalde. İlk dönemler halkın batıl inançlarını eleştirmek için yazdım bunları ama itiraf etmeliyim, ben bile yazdıklarımdan ürperti duyardım. Sonuçta benim çocukluğum İstanbul’un kadınları arasında geçti, onların sözlü anlatım gelenekleri hikayelerimde vücut buldu. O denli tasvir ederlerdi ki anlattıkları şeyleri, ellerinde kanıt, fotoğraf vesaire olmasa bile ister istemez inanırdınız. Benim dört eserim vardır bu tarz diyebileceğim. Birincisi Gulyabani’dir, ikincisi Cadı, üçüncüsü Mezarından Kalkan Şehit, dördüncü romanımda Ölüler Yaşıyor Mu? Bunlardan başka Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç isimli anlatıda da, diğer anlatılarımdan Efsuncu Baba, Dirilen İskelet, Muhabbet Tılsımı ve Şeytan İşi’nde de batıl inanışlara değindim ama bu eserler kadar korku unsuru önplana çıkmamıştır. İlk yazdığım Gulyabani’ni, ben bile kabul etmesem de bir çok çevre o dönemin ilk yerli korku anlatısı olarak addederler. Haklılardır. Ben bile yazarken ürpermiştim, o ecinnileri ve o heyula gulyabaniyi tasvir ederken! Cadı romanı da bu ayardadır, ne eksik ne fazla. Mezarından Kalkan Şehit ise oradaki hakkında türlü söylentiler anlatılan kır köşkünü gotik edebiyat şatoları misali tasvir ettiğim için ilk yerli gotik türünden sayanlar oldu. Ama bunlarda amacım halen aynıydı, batıl inanışları ve eski gelenekleri eleştirmek. Lakin sonradan bu ispritizma veya ruhçuluk söylemleri 1930’larda bütün diğer metafizik ve ezoterik mevzular gibi ayan olunca, moda olunca ben de bu akımın tesirinde kalarak gerçek manada metafizik unsurları anlattığım bir tefrika kaleme aldım. “Ölüler Yaşıyor Mu?” ilk fantastik türde yazdığım anlatıdır.
            M.B. Yaltırık: Her biriniz döneminiz için olsun, sonraki dönemler için olsun bu alanda başarılı sayılabilecek eserler verdiniz. Her şeyden önce korku yazabiliyordunuz. Kerime Nadir hanımın Dehşet Gecesi halen sahaflarda aranır, Drakula İstanbul’da romanı film vasıtasıyla tanınır ve halen izlenilmektedir. Gulyabani ise halen en meşhur korku anlatılarından biridir. Gölge E-Dergi’de önceden yazmıştım ilk yerli korku romanı sayarız Gulyabani’yi. Peki, buna rağmen neden bu anlatıları sürdürmeyi denemediniz. Ya da sizi korku edebiyatından uzak tutan ne oldu?
            Kerime Nadir Azrak: Bu yaşadığımız dönemin edebiyat anlayışıyla alakalı aslında. Bizim dönemimizde ki 1920’den 1960’lara 80’lere dek uzanan bir anlayış. Toplumcu, gerçekçi edebiyat düşüncesi var. Yeni bir cumhuriyet, yeni bir toplum düzeni hedefleniyor ve yazarlar, aydınlar toplumu aydınlatmak için edebiyatın toplumun gerçeklerini anlatmasını istiyorlar. Dolayısıyla fantastik edebiyat bu anlayış nazarında gerçeklerden uzaklaştırıcı, kaçış yolu olarak görülüyor ve dışlanıyor. Okumaktan alınan zevkten ziyade gerçekçilik önplanda olduğundan benim diğer romanlarımı bile çok fazla ciddiye almamışlardı. Fantastik yazma sebebimde Drakula’dan aldığım ilhamdı, bizden anlatıları değerlendirdim ancak amacım anlatılmaya değer bir şeyler anlatmaktı. Fantastik merakım pek olmadığı için bu türde devam etmedim açıkçası.
            Ali Rıza Seyfi: Ben fantastikçi değildim. Yazdığım eserler genelde tarih kitapları, denizcilik tarihi, eski Türkler, milli hisleri konu alan şiirler. Biz bu toplumcu gerçekçi edebiyatın çizgisinin bir parçasıydık. 1920’lerde yeni bir düzen kurduk, illa ki bunu edebiyatta da destekleyecektik. Bu nedenle Kazıklı Voyvoda ya da Drakula İstanbul’da bu anlayışla yazıldı. Özü itibariyle fantastikti ama ben hiçbir zaman fantastik anlatılar kaleme alma isteği duymadım.
            Hüseyin Rahmi Gürpınar: Bunda kısmen bizim etkimiz var. Ben arkadaşlara göre yaşça ileri olduğumdan, bazı şeyleri daha erken gördüm. Daha 1900’lerin başında Türkiye’de muhalif bir hava baş göstermişti. Muhalefet sadece monarşi-meşrutiyet boyutunda değildi, kültürel yaşamda muhalefetten payını aldı. Türkiye’de 1700’lü yıllardaki Lale Devri’nden itibaren batı edebiyatını ve kültürünü tanıyan bir kesim oluşmaya başladı. Önce mimari ile başladı bu merak, Tanzimat’a doğru da edebiyat alanına kaydı. Batı tarzı edebiyat ürünleri vardı bir yanda, roman, batı tarzı şiir, tiyatro, opera vesaire. Bir yanda da doğu vardı, divan edebiyatı temelinde saray ve konak çevresinde tutunan, mistik bir yapı üzerine kurulmuş şiire dayalı anlatı. İkisini savunan kesim arasındaki çatışma sadece yeni-eski çatışması değildi, siyasi alanda değildi edebiyatta da devam ediyordu. Korku edebiyatının yeri neydi bu edebiyatta peki? Batıda gotik edebiyatın çıkışı, bizde batı edebiyatının tanınmasına tekabül eder. O dönemde batıda bile gotik edebiyat ucuz ürün olarak görülmüş kabul görmemişti. Bizde ise batı edebiyatı üretip tüketenleri, halka gerçekleri anlatma peşinde gerçek şeyler yazılmasının taraftarıydılar, temelde de mistik bir anlatı olan Divan Edebiyatı’na karşıydılar. Divan’a gelirsek o da hiçbir zaman korku hikayesi anlatma derdine düşmemiştir. Perileri, devleri anlatır ama bunlar bir yan unsurdur ve hikayenin teması genelde aşktır. Şimdi periler konusunu ele alalım. Divan edebiyatı yazan biriyle batı edebiyatı türünde yazan birini alın. Bunlara perilerle ilgili bir şey yazmasını söyleyin. Batı edebiyatı türünde yazan doğal olarak hemen korku ve endişeye yönelir. Ya aşağılamak ya da yüceltmek için. Korku anlatısı diye bir şey söz konusu onlarda. Divan yazan kişiyse tutup bir peri kızını tarif ve tasvir eder, hem kendi aşık olur hem okuyan, ona aşk şiirleri yazılır. Zihniyetleri çok farklıdır. Dolayısıyla korku edebiyatı ve fantastik anlatılar pek tutunamadı, uğraşanları marjinal oldu. Mesele bizde bir Giritli Ali Aziz Efendi vardır Muhayyelat isminde üç ayrı hikaye kaleme almıştır. Konusu itibariyle doğu masallarıdır, divan tarzıdır ama yazılışı nesirdir, düz yazı yani. Bu bir ilkti, ilk fantastik roman anlatımız budur. Ama o da dönemine göre marjinal kalmıştır. Devam ettirilmedi. Sonra ne oldu dünyaya açıldı insanlar, baskı ve matbaa teknikleri yayıldı, gazeteler ve çeviriler derken 1800’lerin sonunda divan edebiyatı yerini batı edebiyatına bıraktı. Biz o dönemin hakim edebiyat anlayışları olan natüralizm ya da realizm alanında eser kaleme aldık. Ben hiçbir zaman için “Ölüler Yaşıyor Mu?” öyküsünü yazdığımda bile kendimi fantastik veya korku yazarı gibi görmedim. Ben Gulyabani’yi yazdığımda korku unsurunu kullandım, ancak roman fantastik değildi ve ben halkın boş inançlarını eleştiriyordum. Ama ortaya koyduğum ürün anlatısı ve şekil itibariyle ilk korku romanınız oldu! Ama bunun arkasında duramadık. Daha 1920’lerde Yahya Kemal Beyatlı üstadım bir yazısında bu türü eleştirmişti, daha kalkıp bizde bu türde ürünler veremezdik. Zaten o türle pek ilgimizde yoktu. Yine de korku ya da fantastik değil diyemem Gulyabani ve diğer anlatılarım için. Kesin bir şey söyleyemeyiz. Araç mıdır o romanın türünü belirleyen yoksa amaç mıdır?
            Kerime Nadir Azrak: Bu da tartışmalıdır halen. Şimdi ben bir konuyu anlatıyorum. Bunu o türe dahil eden nedir? Bram Stoker, Drakula romanını gerçekçi yazmıştır. Korku unsuru yoktur o kitapta, en korkunç şeylerin yazarı Lovecraft, Stoker’ı eleştirmiş, korku ürünü olarak görmemiştir. Ama roman korku hikayesi sayılır, çünkü gerçekçiliği unsur olarak kullanmış, fantastik bir anlatıyı gerçek bir olay gibi sunmuştur. Hüseyin Rahmi bey de böyle yapmış ancak onda korku unsuru fantastikken, asıl unsur gerçekler olmuş. Şimdi bunu biz hangi türe göre belirleyeceğiz? Drakula korkudur veya değildir diyebilir miyiz? Gerçekleri anlatan ve halkın batıl inanışlarını eleştiren Gulyabani, okurken bizi korkutur yazarı bile korkmuştur şimdi bunu korku eseri olarak göremez miyiz?
            Ali Rıza Seyfi: Şunu şimdi söyleyebiliyorum. Türk Fantastik Edebiyatı’yla ilgili olarak. Bir döneme kadar hep istisnalar üzerine kurulmuş. Giritli Aziz Efendi, fantastik anlatı hedefledi ama bir istisna. Ben yazdım, Kerime Nadir hanım yazdı, Hüseyin Rahmi bey yazdı. Ama bizde istisnayız. Bir kere yazdık ve bir daha hiç o türe girmedik. Devamlı olmadı. Bizden sonra gelenleri gördük buralardan. Zühtü Bayar dahil oldu aramıza misal, o bilimkurgu yazmış kaç kişi biliyor? Kemal Tahir. Bu yazar Mayk Hammer isimli dedektif tefrikalarının bir kısmını çeviriyor, çoğunu kendi yazıyor. Ama ne kendi bu yönüyle önplana çıkmak istiyor ne de edebi çevreler bu şekilde görmek istiyor. Sizin dönemde bu kırıldı biraz. Önce mecmua çıkarmaya başladınız, bu türün meraklıları olarak sonra da yeni çağın araçlarını kullanarak belli bir yere getirdiniz.
            M.B. Yaltırık: Mülakatı bitirmeden önce, Türk korku ve fantastik edebiyatıyla ilgili bizlere, bu işlerle uğraşanlara söyleyecekleriniz var mı?
            Kerime Nadir Azrak: Bize göre daha şanslılar. Şimdi mecmualar, filmler, diziler, birde şu yeni çağın nimetlerinden faydalanmaları, kendi aralarında dernekleşebilecek denli bu türe arka çıkmaları söz konusu. Biz aynı dönemde yaşadık ama bir araya gelmemişizdir hiç.
            Ali Rıza Seyfi: Fantastikçi değilim ama şunu görüyorum. Bu yeni dünyanın yeni tutulan bir edebi türü. Karşı çıkılıyor ama yakın zamanda geniş kitleler bu türü benimseyecek, belki okullardaki kitaplara kadar girecekler hiç belli değil.
            Hüseyin Rahmi Gürpınar: Ne yalan söyleyeyim bir dönem pek desteklemesem bile hoşuma gitmişti halkın sözlü korku geleneğini yazına taşımak. Bize kısmet olmadı sahip çıkmak, biz de istemedik açıkçası. Ama muasır yazarlardan bu alanda atılımlar görmekteyiz. Yeni dönemin edebi anlayışı da bu, kabullenemeseler ve eleştirseler bile bir zaman sonra kabul görecek.
           
Mehmet Berk Yaltırık
15 Haziran 2012 – Edirne 


2 yorum:

  1. muhabbet dediğin böyle olur; akıcı, bilgilendirici, ilham verici.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim. Normalde inceleme yazısı olacaktı, Ahmet abi böyle yap diye önerince hakikaten güzel bir iş çıktı ortaya. Yorumunuz için teşekkür ederim.

      Sil