2 Mart 2012 Cuma

Toplama Dehşet

(İlk yayınlanış: Toplama Dehşet, Gölge E-Dergi, 35.Sayı, Ağustos 2010, s.25-34.)

İnsanlar bazen açıklanamayan şeyler yaşarlar, bilirsiniz işte tuhaf şeyler. Hani böyle geyik muhabbeti sırasında, içinizden birisi “bana geçen karabasan geldi” diye bir cümle kurar ardından her birimiz üç harflilerden yatırlara, perili evlerden karabasanlı gecelere, cinlerin çaldığı davul zurna sesleri duyumsamasına kadar bir nice parapsikolojik deneyimlerimizi ortaya dökeriz. “Cinler var mı yok mu?” sorusunun sorulup uhrevi alemlere dek uzanan agnostisizm konulu muhabbetlere girmedikçe ortaya bir nice dehşet verici, kulaktan dolma, uydurma yada yanılsama nedenli olsa bile en inançsız birini bile en azından o gecelik dua ettirerek geceyi geçirten anı ve olay dökülür.
İşte birazdan anlatacaklarımda buna benzer bir öykü. Ama sadece “benzer”, yani içeriği ve yaşadıklarımız nedeniyle bir hayli korkutucu ve dehşetengiz. Ama ölümden dönenlere ve o tuhaf “şey”e rağmen kesinlikle cinlerle yada perilerle alakalı değil, çünkü biz paranormal varlıklarla ve metafizikle değil, bilimin kendisiyle karşı karşıya gelmiştik. Atom bombasıyla kıyas etmek abes kaçar ama bilimin en korkunç sonucuyla bizlerin karşılaştığına kalıbımı basabilirim. Diğerlerini bilemem ama ben hala o korkutucu olayın anılarını halen hatırladıkça o “şey” kapımın  önündeymişçesine tüylerim diken diken oluyor.
            Saim Sırrızade Lisesi’nin 2005 mezunları – en azından ben – birebir gördük. Çılgınca arzuları uğruna, bir insanın en korkunç ve en akıl almaz yollara sapabileceğini, hayallere bile sığmayan düşünceleri gerçekliğe taşıyabilecek denli delirebileceğini yaşadık. Bilim karşıtı değilim ama kontrolden çıkmış bir insanın atom bombasından bile korkunç şeyler yapabileceğine tanık olduğum için bu tür konulara daha temkinli yaklaşılmasını gerektiğini düşünüyorsam nedeni yaşadıklarımdır.
            Her şey 2002 yılının Mart’ında arkadaş grubumuzun arasında geçen bir konuşmayla başlamıştı. Konuştuklarımız öyle uzun boylu şeyler değildi, hepimizin o dönemlerde, yaşlarımızın 14-15 olduğu o en ergen zamanlarda yaşadığı şeylerdendi. O dönemde ve o kafada bizim karı kız muhabbeti olarak adlandırdığımız, bilinmeyen bir aleme ait fikirlerini tartışan filozoflar karşısında hararetli bir şekilde tuhaf ve saçma teorileri ortaya sürüp kafa salladığımız bir ortamdı. Sekizinci sınıf mezuniyetine az kalmıştı, lise heyecanı eşliğinde kızları düşünüyorduk tamamen normal bir ortamdı.
            O ortamda anormal olan tek kişi Muzaffer Frenkkaya isimli arkadaşımızdı. Anormal olan sadece soyadı değildi. Belki şimdi ismi yabancı gelecek ama bir dönem televizyonlara ve gazetelere çok kez çıkmış, yurtdışında yapılan bazı zeka testlerinde kendini kanıtlamış, “Türkiye’nin Dahi Çocuğu” olarak lanse edilmişti. O dönemler 7-8 yaşlarında televizyonlarda medyanın ilgi odağı olmuş ama tıpkı o kuşağın dahi olarak lanse edilen televizyon çocukları gibi bir zaman sonra unutulmuştu. Anormal yönü sadece söz konusu normalin üzerinde işleyen zekası ve dehası değildi. Karakteri ve davranışları da anormaldi. Mesela ne ülkede ne de yurt dışında kendisini ücretsiz eğitime çağıran okulların teklifini kabul etmemiş, bizimle aynı seviyede okumaya devam etmişti. Nedeninin doğrudan olmasa da dolaylı yollardan bize, orada kendisinden daha iyi bir rakiple karşılaşmasını kaldıramamak olduğunu, burada vasatları eleyerek daha kolay bir şekilde istediği hedeflere yükselebileceğini söylemişti. Bu nedenle üniversite eğitimi teklifini bile atlamıştı. Dahi ama köylü kurnazı kafasında, aşırı kibirli bir çocuktu.
            Bizden başka takıldığı pek kimse yoktu mahallede, bizimle de pek konuştuğu söylenemezdi ama bir şekilde bizimle yakınlaşmıştı ve kısıtlı zamanını bizle geçirir, kalan zamanını kendi evlerinde, tavan arasındaki kitaplarla ve çeşitli deney malzemeleriyle dolu odasında geçirirdi. Onu tanımayanlar, onun dehasını kıskandıklarından mı veya gerçekten anlayamadıklarından mı bilinmez çocuğun ortalama zekalı çok iyi bir oyuncu olduğunu ima ederlerdi. Biz onu daha yakından tanıdığımız için bunların safsata olduğunu biliyorduk. En haset rakibinin bile kıskançlık duygularını köreltecek denli zekiydi. Kafası ve algılaması normal bir insandan daha farklıydı ki mahallede hakkında sık sık “Bunu kesin Amerikalılar öldürür” konulu komplo teorileri dönüp dolaşırdı. Onun dehasının nelere yol açabileceğini biz sonradan “yaşayarak” öğrenecektik.
Lafı uzatmadan bu olayları başlatan sohbete dönersek o an için sıradan bir konuşmaydı. Gruptakiler kendi sınıflarındaki yahut mahallelerindeki kızlardan bahsediyordu, kendi gördüklerini en güzel iddia ediyorlar, nedenlerini anlatıyorlardı. Gören bizi felsefe yapıyor zannederdi hararetli hararetli ama sıradan yurdum delikanlısı muhabbetiydi. İçimizden biri o sırada makul olmayan, ütopik ama o dönem için bir hayli mantıklı gelebilecek bir önerme atmıştı. Hepimiz o an için onun ağzından çıkanlara odaklanmıştık.
-“Aslında böyle tek tek hatun kısmıyla uğraşmak yerine, hepsinin en güzel, en iyi tarafını tek bir bedende toplasak çok şahane olur. Şimdi diyoruz ya onun gözleri şahane yok bunun muhabbeti süper yok öbürü taş gibi. Mantık olarak bakarsak bunlardan biriyle çıksak, gözümüz ötekilerine kayar, eksiklik gelir bize? Aslında bilgisayar programı olacak bir tane kafana göre özelliği topla. Hatta toplama bilgisayar gibi herkes kendi sevgilisini yapsa ne şahane olurdu lan?”
Arkadaşımızın bu komik ve hayli garip tespitine şimdi kötü bir espriymiş gibi bakıyor olabilirsiniz ama o yaşlarda hepimize makul gelmişti. E malum lise döneminin başındayız, daha lisede içtiğimiz biralar eşliğinde karşı cinse dair sadece bize mantıklı gelebilecek boş tespitlerin temellerini yeni atmaya başlamışız. Her birimiz arkadaşımızın tespitini ardından hikayenin ibretini kapmış, ana düşünceyi çözmüş dinleyiciler gibi birbirimize bakarak kafalarımızı sallamıştık.
Olayı çözmüş düşünen adam vakarıyla kafa sallama seansımız oldukça ilginç bir şekilde Muzaffer'in “Makul aslında.” demesiyle bölünmüştü. Hepimiz şaşkın gözlerle Muzaffer'e bakıyorduk. Bizim için garip bir durumdu, çünkü Muzaffer'in bu tür tartışmalara daha önce katıldığını görmemiştik. Dahası katılmayacağına emindik. Aşırı realist birisi olarak hiçbir zaman karşı cinse cazip gelemeyeceğini bilir, sonunu bileceği gereksiz bir savaş durumundan uzak kalmayı tercih ederdi. Onunla sokakta gezerken “Şu kıza bak” diye heyecanla dürttüğünüzde, soğuk bir ses tonuyla her şeyi kabul etmişliğin verdiği boş vermiş haliyle “Boş versene bana bakmaz ki” diyen, “Şu kız seni kesiyor” veya “Şu kız sana bakarak gülümsüyor” dediğinizde “Garip gördüğü için bakmıştır”, “Daha önce bu denli gülünç bir şey görmemiştir”diyebilen birisiydi. Sözlerim yanlış anlaşılmasın depresyona meyilli bir kişilik değildi yani bunları söyledikten sonra odasına kapanıp melankolik şarkılar dinlemezdi, yapmakta olduğu şeye devam ederdi. Beğenme ihtimalini göz önünde bulundursa bile onun gözünde sevgili edinmek yapılabilecek en önemli işleri ertelemekti. “Kadınların mantığı yoktur, anormal bir duygusallıkla yaşarlar. Bir çalışmanın en hararetli anında hayatının sonuçlarını değiştirebilecek hedeflerinle arana girerler, “Ya ben, ya çalışman” derler. Gözlerindeki hırsı ve çalışma aşkını, deney sonuçlarına karşı beslediğin hisleri bir başka dişiye ait şehvani hislermiş gibi kıskanarak erkeğiyle çalışmaları arasına girer.” derdi, ona göre karşı cins sorundu. Onun ki ergen depresyonundan ziyade bir kabullenmişlik haliydi. En azından bize böyle görünüyordu ve şaşkınlığımızın nedeni buydu.
Bu tür konuları dikkate almayan Muzaffer'in muhabbetin en harlı anında ortaya atlaması beklemediğimiz bir şeydi. Devamında:
-”Toplama bilgisayarı düşünsenize? İnsanı da istediğimiz parçalarla yeniden kendimize göre üretebilseydik hatta beynini biz programlayabilseydik muhteşem olmaz mıydı? Saçma sapan kadın erkek çatışmalarından uzak, üretkenliğimizi kısıtlamayacak, bizi uğraşlarımızda alıkoyamayacak, erkeğin gözündeki çalışma ve bilim aşkını kıskanmayacak bir dişi. Ama aynı zamanda görenleri “Bu kız nasıl buna bakmış” dercesine geceler boyu düşündürecek denli kahırlara ve üzüntüye boğacak kadar, kendi kadınlarından tiksindirecek denli güzel olmalı. Yorgunluktan ölmüş bir şekilde kafanda türlü çeşit düşünceyle yanına yattığında seni tüm bunlardan uzaklaştırmalı. Öyle biri olmalı ki, aşağılama ve alaylı düşüncelerle dolu bu yılların ardından bir lise balo gecesinde, tüm o kendini geceye hazırlananların gözü önünde salona girdiğinde kızları boşuna giyinip süslendiklerini düşündürmeli. Erkekler yanlarındaki kızları dansa kaldırmaktan vazgeçip kadersizliklerini düşünerek eşlerine dokunmaktan tiksinmeli. İlköğretim balosunun intikamını o gece alırcasına insanların da o geceyi unutamamalı. Her hatırlayışlarında boğazları düğümlenmeli.”
Gerçi normalde de böyle Nobel Tören konuşmasındaymış gibi, tiyatro tiradı kafasında konuşurdu ama yinede söyledikleri şey kızlarla ilgili şeyler değildi, dahası bu tarz bir arzusundan bize hiç bahsetmemişti. O an içi söylediği şeyleri kendimiz içinde düşünerek bu sefer onun söylediğine kafa söylemeye başlamıştık. İkibin yıl önce Koca Şaman'ın, Bin Yıl önce Rahip Frederik'le Ahmet Hoca'nın 100 yıl önce Muallim Naci ile Doktor Richard'ın sözlerine kafa sallayan dedelerimiz misali kafa sallama seanslarımızı sürdürerek o muhabbet faslını da öylece kapatmıştık. Dahası kapattığımızı sanmıştık.
Aradan yıllar geçti. Normal sayılabilecek bir lise dönemi geçirdik. Fırtınalıydı. Aşkları da, ayrılığı da, sevgiliyle sinemaya gitmeyi de, dostlarla sabahlara kadar içmeyi de yaşadık. Deneme sınavları, test çözmekten pekmeze dönen beynimiz, şıklara bakmaktan baygınlaştığımız gözlerle kız kesmelerimizi, dershane çıkışı kaçamakları gördük. Ölen arkadaşlarımız oldu, intihar edenler oldu ama her şeye rağmen yola kalanlarla devam ettik.  İsyanımız, neşemiz, hüznümüz, sessiz çığlıklarımız ergenlik ateşi gibi yandı geçti.
Üç koca yılı devirdik ve üç koca yıl sonunda bu sefer 2005'in Mayıs'ında yine bir dost muhabbettin de buluştuk. Bu dost muhabbetinden bahsetmemde en az ötekisi kadar önemli, yaşadıklarımızı daha iyi kavramanız açısından da gerekli. Hemen hemen aynı kadroyuz. İçimizde ikisi askeri liseye, biri fen lisesine, diğeri Anadolu'da başka süper liselere dağıldı biz lise bir de yeni bir kadro kurmuşuz. Eskilerden birkaç kişi vardı yine.
Tek eksiğimiz Muzaffer'di. Onun durumu meseleyle bağıntılı olduğu için ayrı bir ilgi çekiciydi. O muhabbetten sonra bizden kopmuştu. Küsme veya darılma söz konusu değildi, onca teklife rağmen bir sürü liseyi ve üniversiteyi reddetmişti. Bana kalırsa derdi bizdik. Bizden kastım arkadaş grubumuz değil belki o muhabbetteki uzun konuşmasında dikkatiniz çekmiştiniz, bizim sınıftaki popüler sürüsüne, kendinden farklıları ezen ergen kitleye karşı bir garezi ve kini vardı. Haklıda sayılmazdı hani sonuçta öyle bir zekaya sahip olup her gün o adamların yüzünü ve alaylarını çekmek, en doğru yaptığı şeyde bile karşılık olarak kahkaha duymak bizi bile çileden çıkarıyordu. Ama o bunları hiçe sayarak okula gelip gitmeye devam etmişti. Biz bunu o içinde beslediği kine bağlamıştık ve sırf inadından böyle yaptığını varsayıyorduk. Bir planı ve tasarısı olduğunu, üç yıldır bu plana sebat ettiğini anlayamazdık.
Tüm zamanını yine evinde geçiriyor hiç dışarı çıkmıyordu. Dersleri yine iyiydi bir düşme yoktu ama tüm zamanını evinde geçiriyor birde -dershane sanıyorduk biz hafta sonları şehir dışına doğru gidiyordu. Nereye gittiğin bilmediğimiz için, böyle bir adamın dershaneye ihtiyacı olmadığı halde nereye gittiğini açıklayamadığımızdan, soruları da geçiştirdiğinden pek sallamıyorduk bizde. Bahsettiğim muhabbet gününde de bunun konusu geçmişti. Bayağı bir “Muzaffer” ismi geçmişti aramızda.
O muhabbetten sonra evlere dağılmıştık. Biranın etkisiyle çok hafif derecede çakır keyif eve gidiyordum. Tam apartman kapısına girecekken karşımızdaki apartmanda oturan Muzaffer'in kapının önünden bana seslendiğini gördüm. O kadar adını andığım arkadaşımı karşımda görünce ona doğru yönelerek elini sıktım. Ayaküstü bir hal hatır sormadan sonra Muzaffer'e kendisinden konuştuğumuzu şehir dışında çıkıp gitmelerinden bahsettim. Gülerek teorilerimizde yanıldığını daha başka şeyle için bunu yaptığını söyledi. Normalde sormazdım cevabını söylemez diye de hani az sarhoşken muhabbettin otomatiğe bağlandığı an olur ya birde çıkar soru saçma veya akla mantığa yatkın soruverdim “O şeyler ne?” diye. Muzaffer'de bu soruma karşılık: “Zaten yakında hepiniz göreceksiniz. Ama senin yerin ayrı. Herkesten önce görmek ister misin?” diye sordu. Üzerimden şaşkınlığı atarak yılların merak hissiyle görmek istediğimi söyledim. Acayip bir gülümsemeyle kendisini takip etmemi söyledi. Hafif alkollü kafaya, gözlük camlarının psikopat Nazi subayları gibi parladığı Muzaffer'in peşine takıldım. İkimiz şehrin çıkışına kadar olan yarım saatlik bir mesafeyi yürüdükten sonra, şehrin kuzeyine denk gelen, tarlaların ve çok nadir bir şekilde orada burada görülebilecek kır kulübelerinin arasından geçerek, asfalt yolu aydınlatan lambaların altında ilerlemeye başladık.  Yaza yakın olmamıza rağmen gecenin serinliğiyle kısa sürede ayılmıştım. Şehirden bir saatlik uzaklığa kadar yürümüştük. Ay ışığı tepemizde güneş misali parlıyor, ortalığı tarlada öten böcekleri gösterebilecek denli bir detay zenginliğine boğuyordu. Asfalt yoldan toprak bir yola saparak bir tepeye tırmanmaya başladık. Ay ışığı altında tepeye baktığımda, oldukça uzun, rüzgar yelkenleri olmayan bir yel değirmeninin uzandığını gördüm. Yel estikçe dönen mekanizması sökülmüş ama kule olarak sağlam bir şekilde yerinde bırakılmıştı. Muzaffer'in dedelerinden kalma bu değirmenin varlığını duymuştum hatta babasının depo olarak kullandığını bizzat işitmiştim. Gecenin köründe bu karanlık ve korkutucu yapıya gelişimizdeki mantığı arıyordum. O an için aklımdan “Herhalde tepede manzara güzel bu bira felan aldı tepede muhabbet ederek dertleşmeye adam arıyor.” diye geçirdim. Fazla iyimser düşündüğümü sonradan idrak edecektim.
Eski değirmenin önüne geldiğimizde cebinden büyükçe, paslı bir anahtar çıkartarak paslı kapıyı açtı. Kapı derin bir karanlığa tuhaf, tüyler ürpertici bir gıcırtıyla açılmıştı. Muzaffer'le birlikte içeriye girdim. Işıkları yakıp geleceğini söyledi ve el yordamına bile ihtiyaç duymadan yıllarını geçirmiş bu mekanda sakin adımlarla ilerleyerek gözden kayboldu. Sadece uzaktan belli belirsiz ayak sesleri geliyordu. Vücudumdaki alkol etkisini yitirmeye başlamıştı. Kendi kendime buraya neden geldiğimi soruyordum. Tam kapının eşiğinde durmuş içerideki içinden her an tuhaf bir şeylerin fırlayacakmış gibi göründüğü dipsiz karanlığa bakıyordum. Dışarıya döndüğümdeyse ay ışığı altında uzanan uçsuz bucaksız tarlaları, bir saat uzaklıktaki şehrin belli belirsiz ışıltıları uzanıyordu. Aklıma sahipsiz değirmenleri yuva tutan cinlerle, kırlarda gece vakti davul zurnalı düğün yapan cinlere dair tuhaf öyküler üşüşüyordu.
İçimdeki korku büyürken değirmenin ışıklarının yandığını gördüm. İçeriye baktığımda  ciddi anlamda korku filmlerindeki çılgın dahilerin laboratuvarlarından çıkma bir mekana geldiğimi sandım biran. Duvarların bazılarında kitap rafları ve kitaplar, bazı yerlerde masalar vardı. Duvarlar tavana kadar formüller ve çizimlerle doluydu. Masaların üzerinde çeşitli ebatta ve renklerde içleri sıvı dolu beherler ve deney tüpleri vardı. Bunların yanı sıra bazı mekanik aletlere ve çeşitli kablolarla tellerle birbirine bağlanmış cihazlarla köşedeki merdivenlere uzanan büyük kablolar her yere hakim gibiydi. Muzaffer merdivenin alt tarafındaki elektrik kutusundan uzaklaşarak eliyle gelmemi işaret etti. İşin boyutunun farklı yönlere gittiğini biliyordum. Merdivenlerden çıkarken de bir yandan konuşuyordu. 2002 Mart'ındaki konuşmadan ve intikamından bahsediyordu. Üst kata çıktığımızda etrafa bakındığımda yine masalar ve raflar gördüm. Masalarda bazı gazete haberleri vardı, şehrimizde ölen veya intihar eden sınıf arkadaşlarımızla ilgiliydi. Durum garipleşiyordu.
Ama az ileride gördüğüm bir görüntü yaşadığım bütün gariplik hissini alıp götürdü. Üzerinde kan lekelerinden bulunduğu beyaz bir örtü sedyeye örtülmüştü. Size de biraz önce yukarıda anlattığım tüm o konuşmalar ve tespitler bir an için film şeridi gibi gözümden akmaya başladı. “Abi üç yıl önceki muhabbeti gerçekten yapmadın değil mi?” diye sordum. “Doğru tahmin!” dedi ve sedyenin başına geçerek konuşmaya başladı:
-”Duygularını değiştiremedim hemen hemen ama fiziksel özellikleri kendim tasarladım. Evet bu uğurda bir çok kişi öldü, intihar edenler dahil. Karşındaki şu arkadaşın katil evet hatta manyak bile diyebilirsin ama beni yine de dinlemeni istiyorum. Bu çalışma benim sadece intikam amaçlı bir hedefim ya da geleceğimin garantisi değil. Dünyayı değiştirebilmekten bahsediyorum. Ölümü yenmekten. Sadece beyinden yapılan nakillerle istenilen parçaların birleştirilerek yapılan yepyeni bir buluş. Dehamın önünde benim bile diz çöktüğüm eserim! Şimdi burada birleştirilmiş bir ölü bedenin yattığını sanıyorsun? Leyla'nın güzel gözlerini, Zerrin'in sporla sağlamlaşmış kalbini, resim kabiliyetine haiz sanatçı elleri taşıyan Ceyda'nın, ve entelektüel  düşünce yapısına benim bile hayran olduğum Pınar'ın beyni. Ben baştan, sıfırdan bir insan yaptım ve bir senedir yaşıyor! Benim emrimde ve kontrolümde! Mezuniyet gecesine benimle gelecek ve akılları baştan alabilecek güzellik! Onu ben yaptım! Bilimin ve metafiziğin ortak başarısı bu!”
Örtüyü kavradığında korkuyordum. Duvardaki ve örtüdeki kan lekeleri bana oldukça ürkütücü şeyler çağrıştırıyordu. Muzaffer örtüyü kaldırdığında altında gördüğüm şeyin iğrençliği karşısında kusabilirdim. Muzaffer'in delirmeye başladığını sanıyordum ki son gördüğümden  sonra bunda kuşkuya kapılmamam gerektiğini anlamıştım. Sedyede elleri ve kolları bağlı, her yanı dikişler ve çizikler içinde, solgun renkli bir kız yatıyordu. Yüzü bile birleştirilmiş gibiydi. Santim santim her yanı farklı parçalardan oluşmuş gibiydi. Ama en korkutucu detayı yüzüydü. Dişleri korkunç bir sırıtışla belirginleşmiş, vahşi bir köpeğin dişleri gibi parlamaktaydı. Gözlerini deliler gibi ardına kadar açmış, korkunç bir şekilde bana bakıyordu. Ellerini ve kollarını çözmesiyle beraber üzerime atlamaması için hiçbir neden yok gibi görünüyordu. Zaten Muzaffer'de bu nedenle bağlı tutuyordu. Örtüyü tekrar kapattıktan sonra yanıma geldi. Ona bu şeyi mezuniyete nasıl getireceğini sordum. Bana onun saldırgan hale gelmesinin nedenini kızın beynini bir şekilde bir dövüş köpeklerinin sinirleriyle sentezlediğini, vücudunda bile doberman ve buldog sinirlerinden parçalar taşıdığını aynı zamanda insan, hayvan karışımı yeni bir varlık yaptığını söyledi. Ona üç yıl önceki konuşmamızı hatırlatarak o zamanki amacıyla, şimdiki amacının arasındaki değişimi sordum. Bana tekinsiz gözleriyle bakarak şunları söyledi:”İntikam soğuk yenilen bir yemektir derler. Bende bu uzun bekleme süresinde hedeflerimi gözden geçirdim. Bir sevgili yaratabilirdim. Ama son anda intikamım için bir masal prensesi yerine, o eski, tekinsiz halk efsanelerinden çıkma bir canavarın daha uygun olacağını düşündüm.”
Ona insanlara zarar verip vermeyeceğini sorduğumda bu sorumu yanıtsız bıraktı. Değirmeni terk edip yeniden evlere döndük. Beni başka birilerine bundan bahsetmemem konusunda uyarmadı. Konuştuğum an deli damgası yiyeceğimi biliyordu. O ay yine onunla hiç görüşmeden geçti. Son sınavlar, karne dağıtımı derken mezuniyet gecesi günü çattı. Aslında içimde o yere gitmek gelmiyordu. Muzaffer'in yanında bir canavarla geleceğini biliyordum. Ama belki kendi evhamımdır diyerek gitmeye karar vermiştim, bizim çocuklarla balonun yapıldığı yere yollanmıştık. O gün için giyinmiş kuşanmış, muazzam derece süslenmiş püslenmiş genç kızların ön koltukta oturduğu şahsi arabaların ve taksilerin arasından tabanvay bir şekilde mekana girdiğimizde üzerimden hala gerginliği atamamıştım. Kapıya yakın bir yere oturarak geleni gideni beklemeye başlamıştım. Gece çoktan başladığı, yemeklerin yenilip dansların edildiği, masa altından yayılan içine içki karışmış kolalarla kafamızın olduğu gece yarısı geldiği halde Muzaffer gelmemişti. Vazgeçtiğini düşünmeye başlamıştım. Olduğum yerde neredeyse sızıyorken insanların dansı bırakıp kapıya baktıklarını gördüm.
Onlarla birlikte kapıya baktığımda çığlık seslerinin arttığını işittim. Muzaffer kapıda durmuş sırıtıyor, onun yarattığı şey de insanlara saldırıyordu. Hayatımda böyle korkunç bir görüntüye bir daha şahit olabileceğimi sanmıyorum. Önüne geleni kasten sivriltilmiş dişleri ve parmaklarına eklenmiş sivri tırnaklarla parçalayan acı hissetmeyen bir canavar önüne geleni parçalıyordu. O an için intikam düşüncesini anlamıştım. Olayın şokuyla olduğum yere çökerek ağlamaya başladım. Bu olayın kabus olamayacak denli iğrençliği karşısında aklımı kaybedecektim. Sınıf arkadaşlarımın bir çoğu gözümün önünde hunharca öldürülmüştü. Muzaffer koluma girerek beni kaldırdığında: “Kaçalım artık!”dediğini hatırlıyorum o yarı baygın halde. Beni babasının arabasının ön koltuğuna oturttuktan sonra içeride karnını doyurmakla meşgul olan şeyi kolundan sarkan birkaç parça insan parçasıyla bagaja kilitledi.


            Araba hareket halindeyken kendime gelir gibi oldum ama hala konuşamıyordum. Zira arkamızda sağ kalabilen liseliler vardı ve bizi takip ediyorlardı. Arabalarına binmiş bu linç sürüsü, Frankenstein filmlerine yakışır bir son şeklinde telefonlarından çağırdıkları kafilelerle büyüyerek peşimize düşmüşlerdi. Son anda onları atlatarak değirmene varmıştık ama arabaların farlarını uzaktan seçebiliyordum. En son içeriye sokulmadan önce o araba farlarının tıpkı o meşhur Frankenstein filmlerindeki sahnelerde olduğu gibi gecenin içinde yıldız gibi parlayıp sönen kızgın köylülerin meşalelerine benzediğini gördüm. Muzaffer karanlıkta beni içeriye sürüklediğinde kızgınlıkla ona bağırdım: “Senin peşindeler beni neden yanında getirdin ki!” diye. O sırada o “şey”in bana hırladığını gördüm. Muzaffer onu dışarıya sürükleyip kapıyı kapatarak bana döndü:”Hayvan seni tanıdı senden şüphelenebilirlerdi” dedi. Çatıya doğru çıktık. Aşağıdan araba sesleri ve o “şey”in böğürtüleri geliyordu.
            Çatıdan tepeye baktığımda yaratığın etrafının sarılmasına rağmen canla başla bir ejderha gibi vuruştuğunu görüyordum. Muzaffer'in planı canavarca ama dahiceydi. Yaratık pitbul sinirlerinden ve beyninden parçalar taşıdığı için acı hissetmiyordu. Aldığı bıçak darbelerine rağmen önüne geleni parçalıyordu. Tam da o sırada polislerin geldiğini gördüm. Canavarın onca cop darbesine rağmen ona buna saldırmasını ve yediği onca kurşunla anca yere yıkıldığını gördüm. Polisin içeri girmesi ve bizleri karakola götürmesini hayal meyal hatırlıyorum zira sinirlerim aşırı derece harap olmuştu. Ama Muzaffer'le yaşadığım o son olay gerçekten ilginçti.
            Karakolda ikimizde hücredeyiz. Gecenin saat üçü büyük ihtimalle. Polislerden biri ailelere haber verildiğini, Muzaffer'in öldürdüğü kızların cesetlerinin bulunduğunu benim büyük ihtimalle yırtacağımı söylemesi belli belirsiz geldi kulağıma. Biraz sakinleştiğimde bulunduğumuz hücrenin camından karakolun önünde iki tane resmi plakalı siyah jipin durduğunu gördüm. Arabadan bir grup takım elbiseli görevlinin girdiğini gördüm. Polislere uzattığı kimlikleriyle ellerini kollarını sallayarak içeri girdiklerini ve hemen o dakika içerisinde Muzaffer'i alıp götürdüklerini gördüm.
            Karakoldan sonra bir müddet psikolojik tedavi görerek olayı neredeyse tamamen unuttum. Normal hayatıma geri döndüm ama Muzaffer'den bir haber alamadım. O siyahlı adamları da öğrenemedim. Ama neyden sonra bir gün yolda Muzaffer'in babasıyla karşılaştım. Ayak üstü sohbet ettim. Muzaffer'i sordum korka korka. Bana Ankara'da çalıştığını söyledi. Ne iş yaptığını sorduğumda kendisinin bile bilmediğini ama her ay yüklü miktarda para gönderdiğini söyledi. Gelen siyahlı adamları sorduğumdaysa kimliklerinde istihbaratla ilgili bir şeyler yazdığını ama ne göreviyle ne yaptıklarıyla ilgili bir bilgisi olmadığını söyledi.
            Bu konuşmanın ardından mahalle bakkalına gittiğimde, sabahtan akşama televizyonda haberleri izleyerek yeni komplo teorileri yazan yaratıcı İhsan abi'ye şaka yollu bu geyiği açtığımda bana oldukça şaşırtıcı şeyler söyledi: “Daha dün konuştular, bu medyumları bilmemnecileri felan istihbarattan kullanıyorlarmış diye. O elemanda zaten acayip işlere girmiş, hem bak Ankara'daymış kesin bunu da o birimde çalıştırıyorlardır.”
            Aslında bakarsanız ben Frankenstein türevi bu hikayem için daha farklı bir son düşünüyordum. Kızgın köylüler bizi o değirmende yakacak ve hikayemiz böyle sonlanacaktı. Ama gel gör ki, yerel şartlarda olduğundan bizim Muzaffer'i belkide Amerikalılar tabiri caizse devşirmişti. Hakikaten derin meselelerdi bunlar. Ondan sonra “Türklerden neden korku kahramanı çıkmıyor?” gel de yanıtla.


Mehmet Berk Yaltırık
8 Temmuz 2010 – Edirne

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder