2 Mart 2012 Cuma

Hortlağın Hazinesi

(İlk Yayınlanış:  Hortlağın Hazinesi, Gölge E-Dergi, 48.Sayı, Eylül 2011, s.40-44.)

 (973- 1566)
(İstolni Belgrad Sancağı, Budin Beylerbeyliği, Devlet-i Al-i Osmaniyye)
            Bahar vakti olmasına rağmen yağmurlu ve serin bir akşamüstüydü. Yaklaşan yağmur bulutlarını gören İslam ve gayrimüslim ahali çoktan evlerine kapanmıştı. Serhadlerin akıncı kullarından olma Böğürdelenli Hasan, sırtındaki boz deriden yamçıya sarınmış, kafasındaki kalpağı ensesine kadar çekmiş, üstündeki kılıçlar hançerleri şıkırda şıkırdata, süvari çizmelerinin dövdüğü yolda hızlı adımlarla ilerlemekteydi. Alman keferesiyle barışın sürdüğü, ama vergi nedeniyle Nemçe (Avusturya) kralıyla sultan’ın arasının açıldığı, sınırlarda yeniden savaşın patlak verebileceği söylentileri dolaşmaktaydı. Akıncı beylerinin desturuyla taviçeler ve çeribaşları akıncı taifesine hazır olmalarını, ama ortalığı bulandırmamak için sefer zamanını beklemelerini el altından ilettikleri, baharın sonuna doğru yeni bir seferin başlayacağının artık sınırın bu yakasında bilinir hale geldiği bir zamandı. İşte o dar zamanda, Böğürdelenli Hasan’ın sefer yoldaşlarından İnce Ahmet bizzat görünerek üç gün sonra İstolni Belgrad’da Beyaz Kilise’nin yanındaki Macar meyhanesinde buluşacaklarını, kimseye haber vermemesini, ömürlerinin kısmetinin ortaya çıktığına dair bazı sözler söylemiş ve ortalıktan kaybolmuştu. Seferden önce neyin kısmetiydi neden kimseye haber vermeyecekti? Kafasında binbir soruyla üç gün beklemiş, sonunda beklenen gün gelende akşamüzeri İstolni Belgrad’a vasıl olmuştu. Kentin sayılı gavur meyhanelerinden olan, ayrıca martolosların muhbirlerden istihbarat topladığı ve akıncıların şehirde konakladığında uğrak yeri olan Beyaz Kilise’nin yan sokağındaki Macar meyhanesine gelmişti. İçerisi her zaman ki gibi tenha sayılırdı. Her zaman ki gibi birbirlerini tanımazdan gelen martoloslar ve istihbarat topladıkları muhbirler dışında kimsecikler yok gibiydi. Bir tek hanın geniş salonun öbür ucunda sırtlarında abalarıyla dikkat çekmeyen ama yüzlerinden hemen tanıdığı akıncı yoldaşları vardı. Acemilikleri birlikte geçmiş, yıllar içerisinde birlikleri ve ocakları ayrı düşmüşken ne sebeple şimdi burada bir araya gelmişlerdi? Yer sofrasına çökmüş sekiz kişilerdi. Yanlarına gelir gelmez selamladıktan sonra yanlarına çöktü. Kendisi dahil beş kişiydiler. Kendisini çağıran İnce Ahmet’i en son iki gün önce  görmüştü ondan önce barıştan önceki son seferde bir Nemçe köyünde rastlaşmışlardı. Yüzünde gizli saklı işler çevirenlere has esrarlı bir ifadeyle yoldaşlarını süzüyordu. Ötekileri de barıştan beri görmemişti. Karamanço Ali, Kesik Osman, Belgradlı Abdullah ve Cambaz Selahattin. Toprakları yoktu, barış zamanı karın tokluğuna paşa kapularında eşkıya takibi yapıp sefer zamanı yağma ve ganimetten gayrı kazançları olmayan insanlardı. Savaş çıkmadıkça diğer akıncılar gibi zor bir hayat geçirmekteydiler. Zaten her biri bu yüzden gelmişlerdi. İnce Ahmet’in kısmetli, nasipli, hayatlarının kurtulduğuna dair verdiği muştulu sözleriyle köylerinden kalkarak, yeni akın mevsiminin şafağında bu muhbirler yatağı meyhanede buluşmuşlardı. Her biri birbirlerini en son gördükleri zamanları ve yüzlerindeki savaş yaralarının nedenlerini merak ederken, karşılıklı hatır sormadan sonra İnce Ahmet söze girdi. Ömürlerinin akında savaşta geçtiğinden, yoldaşlarının edindikleri tımarlardan kendilerinin hiçbir şey elde edememesinden dem vurdu.
            Sonrada sözü ayaklarına gelen kısmetin büyüklüğünden, hayatlarının son demlerini paşalar gibi yaşatacak hazinelerden ve altınlara getirdi. Bir hazinenin yerini öğrenmişti. Yedi sülalelerini zengin edecek şaşaalı bir defineden bahsediyordu. En başta kimse inanmadı dediklerine. Çok define hikayesi dinlemişlerdi. Çokça arayan olmuştu kadim Nemçe krallarının, Rum kayserlerinin hazinelerini, altınlarını ama bulan olmamıştı. Bulanlarında hazineleri bekleyen cinlere ifritlere karışarak hiç olduklarına inanırlardı. Ama İnce Ahmet’i tanırlardı. Hovardalığı olmasa kafasındaki kurnazlıkla bir nice vurgun, bir nice ganimet elde etmişken onları kaybetmezdi. Hesapsız iş yapmayan, köyün çakalı ayarında bir adamdı. Orada bulunan silah arkadaşları, eğer akıncılık yoluna baş koymasa eşkıyalık edeceğine kalıplarını basarlardı. Gerçekten de örümceğin ağ dokuması gibi ince ince örmüştü hesabını Ahmet. Demesine göre birkaç ay öncesinde paşa kapılarından birinde birisiyle bahse tutuşmuşlar, adam ne varsa ona borçlanmış. Borcunu kapatmak için üstündeki yazıları okuyamadığı ama define haritası olduğuna inandığı bir parşömeni eline tutuşturmuş. Macar papazı da Bulgar papazı da üstündeki yazıyı anlamamış. Ama haritadaki şekillere ve işarete göre bu definenin yerini bulmuş. Çok yer gezmiş çok kişiye gizlice sordurmuş, ve definenin saklı olduğu yerin savunmasız bir halde onları beklediğini öğrenmiş. Daha sonra yazıları Latin keferesinin kadim lisanını bilen bir alime okutmuş, alim define haritası olduğunu der demez sır çıkmasın diye öldürmek zorunda kalmış. Sözünü bitirende masanın üzerine kılıcını koyduktan sonra silah üstüne ve birbirlerine yemin ettikten sonra hazinenin yerini söyleyeceğini söyledi. Diğerleri kılıcı çıkarmazdan evvel şüpheye düştüler. Korunmasız, açıkta define mi olurdu? Her şeyi tartmış, ince ince kurmuştu. “Akıncılık töresine göre 10 kişinin aldığı ganimet vergiye girer beşte birine taviçeler el koyar. Biz beş kişi el koyduğumuzdan çete yağması bile sayılmayacak, krallar gibi yaşayacağız. Bir kağnıya yüklememize bakar.” diyerek diğer akıncı yoldaşlarının aklını çelmişti. Hepsi o anda kılıçlarını çekerek sinin üzerine koyduktan sonra ayaklarına gelen kısmetlerinin sırrına ve yoldaşlıklarına dair yemin içmişlerdi. İşte o yeminden sonra İnce Ahmet, ince ince hesaplarının gereğince kısmetin pürüz taraflarını anlatmaya başlamıştı. Kocaman bir şatoda onları bekliyordu ama tam yeri belli değildi, aramaları uzun sürecekti. Kağnı bulmaları ve kağnıyı şatoya dek çıkarmaları, sonra hazineleri yükleyip saklayarak yeniden sınırı geçmeleri gerekiyordu. Öğrendiğine göre bir gün sonra Ordu-yu Hümayun sefere çıkacaktı. O andan itibaren elde edilen her ganimet yağmaya ve vergiye gireceğinden hazinenin tamamına koca koca paşaların beylerin el koyması söz konusuydu. Bir gecede işi halletmeleri lazımdı. Yine en kötüsünü ve sunturlusunu sona saklamıştı İnce Ahmet. Yeminden dönmez akıncı taifesine yemin içirdikten sonraya saklamıştı asıl sırrı. Gezdiği köylerden ve konuştuğu kişilerden duyduğu şeyler vardı. Kalenin uğursuz bir namı vardı ve civardaki ahali gündüz bile yanından geçemiyordu. Meşhur Dolingen Şatosu’ydu hazinenin olduğu yer. Ömrü o coğrafyada geçtiğinden sürüsüne bereket upirli, krvopijaclı, moroili cin-peri hikayesi bilmekte olan akıncıların her biri, ardı ardına besmele koyverdiler. Namını çok işittikleri ama etrafından hiç geçmedikleri bir yerdi. Akın yollarının ve sınırın çokça sapasında kalan, Budin vilayetinin kuzey kesimlerinde bulunan, bir ucu Erdel (Transilvanya) vilayetinin dağlarına, bir ucu Nemçe Çesarlığının (Avusturya) dağlarına uzanan dağ silsilelerinin birinde dikilmekte olduğunu, sapa bir dağ yolunda olduklarını bilirlerdi. Bu coğrafyada dinledikleri sayısız korkulu, dehşetengiz hortlak ve cin-peri rivayetlerinin hikaye edildiği uğursuz bir mekandı.
            Kaç çeşit hikaye anlatılırdı? Şatonun dibindeki terkedilmiş, hortlaklara, cadılara ve perilere yuva olmuş eski evlere, köy mezarlığına, bir gece vakti intihar eden Dolingen kontesinin hayaletinin ve bir nice umacının geceleri ışıklar yakarak koridorlarında hora teptiklerini, insanı korkudan öldürebilecek denli tiksindirici çığlıklarıyla kendi öte dünya lisanlarında çığrıştıkları anlatılırdı. Oranın ahalisinin inançlarını ve yaşamlarını görmüşlerdi. Özellikle bazı geceler evlerinin dışına sarımsaklar haçlar asıp büyük ateşler yakarlar, Walpurgis gecesi yada Aziz Corci gecesi gibi isimlendirdikleri gecelerde uğursuz mahlukları, cadıların ve umacıların dağlarda ateşler yakarak toplandıklarını, hortlakların kabirlerinden çıkarak evlerin camlarını tıklattıkları anlatılır durulurdu. İşte akıncıların aklına bu tuhaf hikayeler rivayetler üşüşmüştü. Acaba hepsi oradaki hazineyi korumak için çıkartılmış efsanelerden miydi? Her şeye rağmen yemin içtikleri üzere şatoya gitme ve hazineyi bulma kararından vazgeçmediler. Her biri yardan ve serden geçme bu serhad erleri, hancıya birkaç mangır bıraktıktan sonra şehrin çeşme başlarına bıraktıkları atlarını alarak şimal kapısından çıkarak dağların olduğu yere at sürdüler. Yağmurun kayganlaştırdığı toprağa rağmen, akınlar için özen yetiştirilen yelden hızlı kara haberden tez varan akın atlarıyla durmaksızın, köyleri ve palankaları arkalarında bıraktılar. Gün doğarken uzaktan Macar dağları sökün etmişti. Köyün birine girerek aralarında denkleştirdikleri mangırlarla önüne koşulu koca bir öküzle birlikte bir kağnıyı satın aldılar. Kağnının ağır adımlarında, atlarının üzerinde yarı uyur vaziyette ağır ağır Macar dağlarına doğru ilerlediler. Kağnının ağır adımlarında, çamurlu toprakta bata çıka yürüdüler. Gün öğleye devrildiğinde dağların eteklerine varmışlardı, dağ yollarına sürdükleri kağnının ardından taşlık yolda ilerlemeyi sürdürdüler. Güneş tepelerinde parlamaktayken dağların ıssızında namlı terkedilmiş köyü ve onun tepesine baykuş misali tünemiş olan Dolingen Şatosu’nun bulunduğu bölgeye girdiler. Vakit gündüz olmasına rağmen hikayelerde anlatıldığı kadar korkutucuydu. Bir an önce işlerini bitirip dönmek istercesine yanlarına yiyecek azıkları bile almamışlardı. Hazinelerini alacak ve bu uğursuz şatodan uzaklara gideceklerdi. Taşlık yolu takip ederek şatoya giden yolu tırmanmaya başladılar. Terkedilmiş köyden geçerken rüzgarın bile başka türlü estiğini hissederek ürperdiler. Mezar taşları olmayan büyük bir mezarlığın tam ortasında sanki kendilerini seyreden ölülerin arasından geçip gidiyorlardı. Atların ve tekerleklerin altında ezilmekte olan otların ve kuru dalların çıtırtısı ölülerin kırılan kemiklerine aitti. Ağızlarında dualarla köyü geçip gittikten sonra şatonun dikildiği tepenin eteklerine geldiler. Atlarından inerek kağnın önüne bağlayarak hem kamçılayarak hem itekleyerek tepeye varmaya çalıştılar. Uğraşa uğraşa güç bela kara suretli Dolingen şatosunun kapılarının önüne vardılar. Gündüz vakti olmasına rağmen, yosunlu gövdesi, aşınmış taşları ve oyuklarında yuva yapmış baykuşlarla canlı bir korku timsali gibiydi. Uzun kuleleri ve karanlık pencereleriyle ölü bir dev iskeletini andırıyordu. Kalede ne bir sancak ne bir işaret vardı. Asırlardır boş olduğunu tahmin ettiler, ne Osmanlı’nın ne Nemçe’nin tenezzül etmediği sınır kalelerindendi. Fatih Han devrinde Macar ovalarına dek akınlar yapan Malkoçoğlu akıncılarının bile görüp görmediği şüpheliydi. Kara tahtadan kapıların üstüne çakılmış tahtaları birer birer sökerek kapının ardına vurulmuş zincirleri de zorlayarak açtıktan sonra şatonun dar avlusuna girdiler. Şatonun kenarına bitişik ufak çatılı ve tepesindeki haçı eğilmiş kiliseden başka şatoya giden ana kapı vardı. Tuhaflarına giden şey hem kilisenin hem şatonun kapısına sayısız haçın, İsevilerin kutsal sembollerinin ve sarımsakların asılmış olmasıydı. Korkutma amaçlı olduğunu düşündüler.
            Hiçbir şeye aldırmadan şatonun kapılarını da zorlayarak açtıktan sonra gün ışığında dolaşan toz zerrelerinin uçuştuğu, örümcek ağlarından başka hiçbir şeyin bulunmadığı şatoya girdiler. Bir eşya bir iz bulunur diye şatoyu tepeden tırnağa aradılar. Kapalı kalmış mahzende birkaç dev örümceğin yuva kurduğu dev şarap fıçılarından ve bir iki iskemleden başka eşya yoktu. Gün yavaş yavaş batmaya evrilirken hafiften loşlaşmaya ve korkutucu bir hal almaya başlayan şatonun içerisinde daha fazla duramayarak avluya indiler. Kabirde kufi mezartaşı görseler zor okur ama çokça dil bilir akıncı yiğitler, bir iz bir işaret çözeriz diye İnce Ahmed’in koynundan çıkardığı define haritasına baktılar. Şatoya tıpatıp benzeyen çizimde çizili haç işaretinin kiliseyi işaret ettiğine hükmettiler. Gün batımına yakın kapıdan söktükleri tahta parçalarını tutuşturarak yaktıkları meşalelerle kararmaya başlayan kiliseye girdiler. Sunak taşından başka hiçbir şey yoktu. Ne yapacaklarını bilmeden duraklayarak duvarlarda izler işaretler aramaya başladılar. Sanki zaman hızlıca akmış ve karanlıklar kalenin her yanını kaplamıştı. Haç işaretinin kafasında yarattığı yankıyla üstünde haç durması gereken sunak taşını yoklamaya başladı İnce Ahmet. Taşın hareket ettiğini ve tabana sabit olmadığını görünce daha da ittirdi. Aşağıda bir boşluk açılmıştı. Diğerlerinin de yardımıyla daha da ittirerek sunağı açmaya, altındaki boşluğu daha da genişletmeye çalıştılar. Sunak taşı tamamen açıldığında ortaya çıkardıkları şey büyükçe bir gizli bölmeydi. İçinde orta boy bir taş lahit durmaktaydı. İşlemeli lahidin üstünde tanış geldikleri Macar lisanıyla “Dolingen Kontesi” yazısı yazılmıştı süslü harflerle. Definenin bu kapağın altında olduğuna hükmettiler ve açmaya uğraştılar. Lahit kapağı yana kaydığında ortaya çıkardıkları şeyin olağanüstü tuhaflığı karşısında korkudan dillerini yutacak hale geldiler. Lahdin altında onları bekleyen şeyin altınlar değil, kızıl cehennem gözleri, siyah pençeden elleri ve uzun kolları, sarınmış kefeni, sivri dişleri ve yeşile kaçan canavar suretli bir hortlaktı. Akıncıları görür görmez asırların açlığıyla ellerini onlara uzatarak kabrinden dışarıya uğradı. Meşaleleri dört bir yana saça savura korkuyla kiliseden dışarıya fırlayan yiğitlerin aklı yerinden çıktı. Şatodan gelen ışıklar, pencerelerden sarkan gölgeler ve çınlayan öte dünya nağmeleriyle kırklara uğradılar. En son içlerinden birisi çarpılmadan köye dek vardı. O da aklını, ıssız köydeki camlarda kapılardan dışarı uğrayan ölüleri, hortlakları gördüğünde, küplerinden çıkan cadıları gördüğünde kaybetti. Günlerden bir gün Macar köylerinden birinde buldu akıncı kollarından birisi Böğürdelenli Hasan’ı. Hasan her şeyi olduğu gibi anlattı, cimine dalına kadar. Deli dediler, cinlere uğramıştır dediler hekime gönderdiler. Budin’de İslam ve gavur hekimlerinin görmesinin ardından tasdikleyip, şehr-i Edirne’de Sultan Bayezid Han-ı Sani külliyesinin bimarhanesine diğer akıl hastalarının, kara sevdalıların ve aklını yitirmişlerin arasına kattılar. Bimarhane güllabicilerinden (hastabakıcı) Kösezadenin Hayrullah, 973’te iş bu delinin feri gitmiş gözlerine bakarak bu hikayeyi kaleme aldı bilahülazim.

SON
            Mehmet Berk Yaltırık
8 Ağustos 2011 - İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder